Sayın A. Altan'ın kul hakkına dikkat çeken ve haksızlık karşısında dinli dinsiz bütün insanların ses çıkarması, haksızlığı engellemek için birlikte çaba göstermesi gereğinin altını çizen yazısı üzerine bir Müslüman olarak düşüncemi yazıyordum. Bu konuda benimle yapılmış bir röportajdan alıntılar yaparak önce İslam'da hak anlayışını vereceğim.
Hakkın tanımını yapmak mümkün olabilir mi?
–İnsan için söz konusu olan haklar "Kanunla korunan yetkiler" şeklinde tanımlanmıştır. Bu genel tanımlamaya islâmî açıdan bir kayıt ekleyerek tarifi şöyle yapabiliriz: "Allah'ın koyduğuna inanılan kanunlarla korunan yetkiler." Uygulama ve gerçekleri göz önüne alarak hakları iki gruba ayırmak gerekir:
a) İnsan olduğu için insana verilen haklar,
b) İrade ve çabasıyla belli vasıflar kazandığı için insana verilen haklar.
Bunlardan birincisine "statü hakları", ikincisine ise "görev ve liyâkat hakları" diyebiliriz. Metinlerde açıkça geçsin geçmesin, uygulamada bu ayrım kaçınılmazdır. Meselâ hayat hakkı, din, vatandaşlık, kültür farkına bakılmaksızın her insana –insan olduğu için– verilirken, seçme, seçilme, belli kamu görevlerine alınma hakları için insan olmak yetmemekte, insanın belli vasıfları elde etmiş bulunması aranmaktadır.
Hak belirleme hakkı kime aittir?
–Ferde ve topluma verilen haklar, insanların fert ve toplum olarak menfaat ve ihtiyaçlarını karşılamayı amaçlamaktadır. Ancak menfaat ve ihtiyaçların çeliştiği, çatıştığı da bir gerçektir. Toplum veya bir gurup için menfaat (mesâlih) olan bir şey, fert veya başka bir gurup için zarar (mefâsid) olabilir. Eğer haklar ve menfaatler, fertlerin ve gurupların istek ve arzularına göre verilirse çatışma, dengesizlik ve haksızlık kaçınılmaz olur.
"Eğer hak, onların arzularına tâbi olsaydı gökler, yer ve buralarda bulunanların düzenleri bozulur, altüst olurdu." (Mü'minûn: 23/71).
"Beşerî arzularını (hevâsını) tanrı edinmiş ve (böylece) Allah'ın kendisini saptırmış bulunduğu kimseyi doğrunun bilgisine sahip mi görüyorsun!" (Câsiye: 45/23).
Bu sebeple Allah Teâlâ hakları, insanların beşerî arzularına, şahsî menfaatlerine göre değil, adâlet ve denge prensiplerine göre –bizzat kendisi– tevzî etmiştir; bunu yaparken insanlara hakkın az, yetersiz, buna karşı yükümlülüğün ağır ve sıkıcı gelmesine değil, fert ve toplum hayatının denge ve düzen içinde yürümesine bakmıştır (Şâtıbî, el-Muvâfekât, , 39, 40, 179).
Ferdiyetçi düşünce ve sistemler ferdin hak ve hürriyetlerine öncelik vermişler, bu konudaki aşırılık; "bencillik, sömürü ve anarşi" doğurmuştur. Toplumcu ve devletçi düşünceler, sistemler ise sömürü ve anarşiyi önleyelim derken ferdin hürriyet ve kişiliğini yok etmiş, insanı madde boyutuna hapsetmişledir. Bu aşırı ve karşıt düşünceler, uygulamalar birbirine tesir etmiş, tez, antitez, sentez sürecinde ortaya, önce siyâsî ve hukukî, sonra iktisâdî ve sosyal yönleriyle "insan hakları" kavram ve düzenlemeleri çıkmıştır.
İslâm'ı, aşırı ferdiyetçi veya toplumcu sistemlerden birinin içine koymak mümkün değildir. İslâm ferd-devlet ve toplum ilişkilerinde dengeyi öngören, şahsiyetçi bir sistem oluşturmuştur.
Gelenekler ya da yürürlükteki sistem hakkı teslim edememe konusunda yeterli bir mazeret özelliği taşır mı?
–İlgili âyetlere ve hadislere göre müslümanlar kardeştir, birbirine kenetlenmiş yapı taşları gibidir, bir vücudun, "bir yeri ağrıyınca diğer yerleri de rahatsız olan" organları gibidir. Toplum bir gemide yolculuk eden, birileri gemiye zarar vermeye kalkışınca bunu önlemezlerse hepsi birden batacak olan yolcular gibidir, toplumun fertleri birbirine ne doğrudan, ne de misilleme olarak zarar verebilirler...
Toplumda iyiliği (ma'rûfu) emretmek ve yaşamak, kötülüğü (münkeri) menetmek ve ortadan kaldırmak, fert, toplum ve devlet olarak müslümanların vazifesidir ve İslâm'ın ictimâî bir şiarıdır (alametidir). Kur'ân–ı Kerîm bu vazifeden kaçınmayı, ictimâî sorumluluktan kaçma, isyan ve hakkı çiğneme olarak vasıflandırmış, böyle yapan toplumların acı akıbetlerinden söz etmiştir (Mâide: 5/78-80).