Medyada bazılarının korktuğu’ muhabbeti açılan bir ortamda, gençten birinin, “Herhalde sizler de 28 Şubat’ta korkmuşsunuzdur” dediğini işitince şaşırdım. Biraz önce “Bugünlerde medya üzerinde baskı uygulayanlar bunu 28 Şubatçılardan öğrendi” tarzında bir tahlil okumuştum; iki şaşkınlık üst üste geldi.
28 Şubat (1997) sürecinde gazetecilerden sütunlarını, işlerini, hatta hayatlarını kaybedenler oldu; bazıları aile boyu sıkıntı yaşadı. En büyük darbeyi ise şimdilerde ‘yandaş’ diye aşağılanmaya çalışılan gazeteler ve o gazetelerde çalışanlar ile yazanlar gördü. Bütünüyle dışlandılar.
Kendi hesabıma süreç başına kadar Genelkurmay’ın ‘tanıdığı’, etkinliklerine davet ettiği, komutanların mülâkat verdiği bir gazeteciydim; birdenbire ‘akreditasyonsuz’ olduğumu öğrendim.
Bütün kapılar yüzüme kapandı.
Sadece askerlerin kapısı kapansa neyse, onlarla birlikte hareket eden siyasetçilerin de: Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ile Refahyol sonrası hükümeti kuran Başbakan Mesut Yılmaz da benimle ilişkileri dondurdular.
Bunun bir Ankara temsilcisi için ne demek olduğunu tahmin edemezsiniz.
Genelkurmay’da medyayla ilişkileri yönetenler, bizim gazete için ‘sekiz adet suç duyurusu’ bulunduğundan hareketle bizleri ‘asker düşmanı’ ilân etmişlerdi. Konunun üzerine gidip “Gösterin” dediğimizde önce dosyayı ortaya çıkarmadılar, çıkardıklarında sekiz belgenin yedisinin bizim gazeteyle, sekizincisinin de konuyla ilişkili olmadığını gördük.
Medar-ı maişet motoru durur diye korkanlar olmuş mudur o dönemde, ya da başına bir şeyler gelebileceği endişesi taşıyanlar? Olmadıysa şaşarım. Ancak 28 Şubat dönemi mesleğine saygılı gazeteciler açısından tam bir ‘onur mücadelesi’ ile geçti. Yazılarımız korkmadığımızın kanıtıdır.
Hiç unutmadığım bir akşamı ben unutsam bana ‘kaç’ aklını veren iki dostum sürekli hatırlatır. Beş yıldızlı bir otelde söyleşirken, “Tansu Çiller’in ofisinde belgeler yok ediliyor” haberi ulaşmıştı önce; sonra da bir yerel politikacının ailesiyle birlikte Avrupa’ya süresiz yolculuğa çıktığı...
Masayı paylaştığım dostlarımın “Sana da sıra geldi” uyarısına hiç tereddütsüz “Hayır” demiştim.
Refahyol Hükümeti’ni istifaya götüren süreç Genelkurmay’da verilen medya brifinginde apaçık tehditlerle sağlandı. Brifingte hazır bulunanlardan Milliyet’in o zamanki yayın yönetmeni Derya Sazak’ın tanıklığı önemli:
“Kürsüdeki general, askeri darbelere dayanak olan TSK İç Hizmet Yönetmeliği’nin 35. maddesini hatırlatmakla kalmadı, 85. maddesindeki ‘Cumhuriyeti gerektiğinde silâhla koruma’ yetkisini de seslendirdi.
Ankara’da darbe beklentisine girilmişti. Ve Türkiye’deki darbe geleneğinin en büyük destekçisi ABD yönetiminden gelecek sinyal bekleniyordu.”
ABD dışişleri bakanının ağzından “Anayasa dışına çıkılmasın” uyarısı Milliyet’e manşet olunca Genelkurmay’dan, “Oraya da bir general mi gönderelim” tehdidi geldiğini yine Sazak’tan öğreniyoruz.
Dönemin cerbezeli orgenerali Milliyet binasına gitmiş, patron ve yazarlarla toplanmıştı. Patrona önce üç isimlik bir ‘atılacak yazarlar listesi’ vermişti Orgeneral; Derya Sazak o listenin sonradan 11 yazara yükseldiğini yazıyor.
Genellikle yazarlarına sahip çıktı Doğan Grubu o dönemde, Sabah ise Aslanlı Kapı’dan gelen baskılar üzerine iki yazarının işine son verdi.
İşe son verme yöntemi de hatırlardadır: Yakalanan bir PKK militanının ağzından çıkmamış bazı gazetecileri suçlayıcı sözler ifadeye eklenerek Hürriyet ve Sabah’ta manşet olması sağlanmıştı. Şimdi CHP saflarında politikaya yelken açan başyazar, “Alçakları tanıyalım” yazısıyla suçlanan yazarlara saldırdı... Tabii başkaları da...
Meşhur ‘andıç olayı’...
Şimdilerde İHA’nın başında olan Fevzi Kahraman o sırada Türkiye gazetesi yayın yönetmeniydi, rahmetli Dr. Yalçın Özer de başyazarı... Kahraman’ın yönetmenliği, Özer’in sütunu gitti. Gazetecilik uğruna doktorluk mesleğini bırakmış Yalçın Özer ne yapsın, esnaflığa başladı; genç yaşında da vefat etti.
Korkunç bir dönemdi 28 Şubat gazeteciler için...
Şimdilerde kendilerini mısır ekmeği gibi nimetten saydırma derdindeki kimileri “Korkuyoruz” diyorlar ya, içimden kahkahayla gülmek geliyor...