Bir atasözüydü beni gerçek ve mecazı anlam arasında yolculuğa çıkartan. Bir hikâye şimdi sizi gerçek bir hayatın şu an hayal olduğunu gösterecek. Hadi birlikte okuyalım.. (Yaş sınırı yoktur efendim.)
Yaz gelmişti okulların kapanmasına sayılı günler kalmıştı. Ahmet yazın gelmesini iple çekiyordu. Sebebi ise açıktı; okullar kapanır kapanmaz anneannesinin yanına gidecekti. Yaz tatilinin tüm gününü onun yanında geçirmekten mutluluk duyardı çünkü anneannesi beton bloklardan, araç trafiğinden, insan kalabalığından uzak Anadolu’nun şirin bir köyünde yaşıyordu.
Ahmet kendini o köye ait hissediyordu. On iki yaşındaydı köydeki çocuklarla çok güzel vakitler geçiriyor. Hep birlikte birçok işlere imza atıyorlardı. Bu köyde boş vakit diye bir şey yoktu. Herkesin bir sorumluluğu vardı birbirleri üzerinde. Kendilerini bu şekilde yetiştirmişlerdi.
Komşular bile kendi arasında kapı önünde sohbet ederken bile birbirlerini kıracak söylemlerden sakınırlar, birbirlerine faydalı işlerle yardım etmek için adeta yarış yaparlardı. Bu durum Ahmet’i daha çok etkilemişti.
Ailece yaşadıkları büyük şehirde bu durum maalesef yoktu. Komşu komşunun kapısını hiç çalmıyor. Asansörde birbirlerini görseler dahi selam vermeyen komşuları vardı. Bu durumlardan etkileniyor, üzülüyordu. Oysaki akrabalardan daha yakın komşuların evleri değil miydi?
İnsanların genelinin hayalin de büyük bir evde oturmak ve lüks bir araca sahip olmak yok mudur? Ahmet kendine asla böyle şartlar koymayacağına bu yaşta söz vermişti. Küçük bir evde de mutlu olunabileceğini biliyordu. Mutluluk evlerin büyüklüğünde değil, içinde yaşanılan değerli zamanlarda gizliydi. Bunu köydeki insanlardan daha iyi anlıyordu. Kimse halinden şikâyet etmiyor, Herkesin dudaklarında şükür kelimesi çıkıyordu.
- Nasılsın? Diye sorulduğunda cevabı o kadar iç rahatlatıcı oluyor ki karşı tarafı bile rahatlatıyordu verilen cevaplar.
- Çok şükür, elhamdülillah iyiyim…
Ahmet bu güzel cevap karşısında rahatladığını fark etti. Kendisi de kullanmaya başladı. Tam manada bu kelimelerin anlamını bilmiyordu arkadaşlarına sormaya da çekiniyordu.
Ahmet bu cümleyi uzun süre düşündü. Akşam yemeklerini yedikten hemen sonra anneannesi Emine Hanım’a ile paylaşmaya karar verdi.
- Anneanne neden burada insanlar nasılsın sorusuna böyle cevaplar söyler? Ne demek isteniyor söyler misin?
Emine Hanım, oturduğu koltuktan kalkıp Ahmet’in bulunduğu kanepeye gider, yanına oturur.
- Gel bakalım, afacanım yanıma. Elbette ki anlatırım. Önce sana soralım bakalım. Sen ne cevap veriyordun daha önce?
- Ben birisi bana nasılsın? Dediğinde. İyiyim, teşekkür ederim diyorum. Bu köyde herkesin dilinde şükür yüzünde tebessüm acaba bu kelimeler de mi var bir sır bilemedim. Dedi.
Emine Hanımın yüzünde de hafif bir tebessüm oluşur. Daha bir sarılır Ahmet’in boynuna.
- Harikasın afacan oğlum benim aynen öyle dudaktan her çıkan söz kalbe gider. Kalbimizde şekil bulur ve dışa yansır. Gereksiz sıkıntılarla o küçük gibi gözüken ama küçük olmayan kalbimizi derin bir kuyuya taş ata ata doldururuz. Oysaki insanlar hallerine şükretseler eldekini görseler kendilerini bu kadar yıpratmazlar evladım.
Bizim köyümüzdeki insanlar kuyuya taş atmazlar, kuyuya dolan taşları bir bir temizlerler. Geçmiş ile işleri asla olmaz, geleceğe umutla huşu ile bakarlar. Bunun için en güzel olanı şükretmektir her halimize…
Köyün çocukları hem çocuk, hem büyüktüler. Büyümüşte küçülmüş tabiri adeta bu çocuklar için söylenmişti. Bu çocukların yanlarına gelince farklı bir hissiyata bürünüyordu.
Hem büyük, hem küçük olmayı başarmak herkesin harcı olmazdı. Bir sorunla karşılaştıkların da plan yapılıyor. Yardıma ihtiyaç biri varsa hemen yardıma koşuluyordu.
Bir seferin de Ahmet’te onlara katılmıştı. Köyün yaşlılarından Suna teyze vardı. Yaşı yetmiş seksen civarı. Köy halkından başka ne oğlu, ne kızı kimsesi yoktu. Köydekilerin hepsi onun evladıydı.
O sene çatısı akıyordu evinin içine o dert etmiyordu fazla; altına bir büyük mavi bir leğen koyuyordu sabaha kadar idare ediyordu.
Gece oldu mu öyle sabaha kadar da uyumuyordu. Ya dolarsa diye sık sık uyanıp mavi leğene göz atıyordu. Tüm seneyi bu şekilde geçirmişti, kimseye de çatım akıyor dememişti. Taki Ahmet’in anneannesi bu durumu görene kadar.
- Oğlum, Suna teyzene yardım edelim. Yarın muhtarla konuşacağım parası neyse emekli aylığımın yarısını olsun veririm. Yazık kadıncağızın tek işi olsun.
- Tamam, anneanne bende yarın arkadaşlara söylerim, işler hızlı tamamlanır.
Sabah kahvaltısını yayıp ilk iş arkadaşlarının evlerine koşmak oldu. Durumu muhtardan önce köy halkı öğrenmişti. Her biri seferber olmuştu. Kimi kiremit almış, kimisi muşamba getirmiş. Suna teyzenin evinin önüne dizilmişlerdi. Ahmet’in tek bir sözü ile tüm köy halkı ayaklanmıştı. Köyün çocukları, gençleri herkes çatının aktarılmasına yardım etmişti. Çatı aktarılmakla yetinilmedi elbette, evin tüm odaları da elden geçti badana boyada yapıldı.
Kadınların bir kısmı, evlerine evde yıkanacak eşyaları götürdü. Bir kısmı da evin temizliğine yardım etti. Camlar silinti, tozlar alındı. Erkekler, badana işi ile ilgilenirken. Çocuklarda bahçenin çitlerin onarıp arta kalan boyalarla boyamayı ihmal etmediler.
Ortak bir çalışmaydı hatta bu çalışmaya imece dendiğini Ahmet bura da öğrenmişti. Çok güzel bir hareketti yapılanların her biri imece usulü insanlara ne güzel bir katkı sağlıyordu.
Yardımlaşmanın önemini, “Bir elin nesi var iki elin sesi var.” atasözünü bu köyde daha iyi kavramıştı. Atasözlerimizin kelime anlamlarını, kültürümüzü örf ve adetlerimizi canlı canlı yaşıyordu.
Ahmet’te onlar gibi olmuştu, gönülden yapılan yardımlardan büyük zevk alıyordu. İmece usulünü çok benimsemişti. Onlarla birlikte çobanlık yapıyor. Bahçelerine gidip mahsullerini toplayıp satmalarına yardım ediyor, köyün barajına gidip arkadaşlarıyla balık tutuyor. Bu köyde vaktin nasıl geçtiğini bile anlamıyordu. Birden akşam oluyordu
Bu köy çok farklıydı velhasıl her gün bir şey öğreniyor. Onun içinde köyden ayrılmak istemiyordu. Kimse kimsenin işine karışmıyor, kimse kimseyi kırmıyor. Birbirlerini dinliyorlar, sözlerini ağızlarına koymuyorlardı. “iki dinle bir söyle” atasözünü uyguluyorlardı. Falz kelime kirliliği yapmadan konuşmalarını bitiriyorlardı. Kelimeleri net ve açıktı.
Aldıkları kararlar tek bir kişinin kararı olmuyor ortak kararlar alıyorlardı.
Çocuklar bile kendi arasında büyük kavga etmiyor kısa süren kırgınlıklar oluyordu. Oda oyun sıralaması yüzünden oluyordu.
Şehir çocuklarının adını dahi bilmediği birçok oyunu burada onlarla doyasıya oynayaraktan tadıyordu. Hatta şöyle bir şey yapmışlardı, gün gün hangi oyunları oynayacaklarının listesini yapıp sürekli oyun oynadıkları yerde bulunan telefon direğinin üstüne asmışlardı. Sebebi ise açıktı arkadaşlar arasında bazen anlaşmazlık oluyordu. Bazı kimseler sürekli aynı oyunu oynamak istiyorlardı bazıları da bundan rahatsızdı bir karar alıp böyle bir liste yaptılar.
Hem anne ve babalarının oynadıkları oyunları yâd ediyor, hem de eğlenceli vakitler geçiriyorlardı.
Tüm bir yaz oynadığı oyunların listesini yapsa neler çıkar bakalım.
- Birdirbir oyunu
- Körebe oyunu
- Bilye oyunu
- Çelik çomak oyunu
- Saklambaç oyunu
- Dokuztaş oyunu
- Beş taş oyunu
- Çatlak patlak oyunu
- Deve cüce oyunu
- İstop mum direk oyunu
- Aç kapıyı bezirgân başı oyunu
- El kızdırmaca oyunu
- İp atlama oyunu
- Farfara filli oyunu
- Kelime oyunu
- Kemik oyunu
- Köşe kapmaca oyunu
- Kurt baba oyunu
- Menekşe oyunu
- Ortada sıçan oyunu
- Üşüdüm oyunu
- Yakan top oyunu
- Sek sek oyunu
- Yağ satarım bal satarım oyunu daha aklına gelmeyen birçok eğlenceli oyunlar.
Vaktin nasıl geçtiğini anlamadığı bir gün birden gözünün önüne, annesi geldi. Sürekli “Evladım, hadi yat uyu artık, sabah kalkamayacaksın!” derdi. Oysa bu köyde nasıl uyuduğunu anlamıyordu. Kafasını yastığa koymasıyla sızıp kalıyordu. Evde saatlerce yatakta bir o tarafa bir bu tarafa dönüp duruyordu. Burada her şey tersi şekilde işliyordu. Uyuduğunu anlıyarak kendi kendine açılıyordu gözleri.
Anladı ki; temiz havada ve çok harekette vardı bereket.
Sabah erkenden de kalkıyordu. Kimse onu uyandırmıyordu, anneannesinin küçük bir kümesi kümeste dört tavuk, bir horozu vardı. Horozun ismi Şımarıktı, çoğu vakit Ahmet’ten sonra kalkıyordu. Tavuklarının ismi de en az horoz gibi güzeldi. Kıkırdak, Sarıkız, Susam, Pamuk.,,
Köyde her şey organikti gübreleme denilen yapay ilaçlar asla kullanılmazdı. Onun içinde yiyecekler özünü kaybetmeden sofralarına gelirdi. Şehir hayatına gittiği vakit burnunda tütüyordu yediği içtiği her şey. Domates, salatalık, biber taze taze dalından koparıp afiyetle yiyorlardı.
Anneannesinin fasulyelerini, domates ve salatalıklarının her birini musluk suyuyla değil, çeşmeden getirdikleri suyla suluyorlardı. Emekle oluşan bereketti her biri. Anneannesi hala merdaneli makine kullanıyordu. Bulaşık makinası zaten yoktu halinden de memnundu eski kültürünü değiştirmek istemiyordu. Ona göre bu işleri yapmasa paslanacağını söylüyordu.
- Oğlum ne demiş büyüklerimiz.
“işleyen demir pas tutmaz.”
Çamaşır makinasını çalıştırmadan önce menekşe odunun külüyle yaptığı suyla çamaşırları yıkıyordu. Onu da bahçede ki ocağın üstüne koyduğu bakır küpeli kazanda ki su ile yapıyordu. İçine gül suyu da ilave etmeyi unutmuyordu. Öyle bir çamaşır çıkıyordu ki çamaşırlar bembeyaz. Yine bulaşıkları da bu suyla yıkıyordu. Kendi deterjanlarını kendileri yapıyordu köy halkı.
Hatta atasözü de buradan geldiğini anneannesinden öğrenmişti:
“Komşu komşunun külüne muhtaçtır, diye boşa demiyorlar evladım.” dedi.
Gerçekte bu atasözü gerçek bir hayatın göstergesiymiş. Bizim düşündüğümüz manada söylem olmadığını yine burada öğrenmiş oldu.
- Komşunun külü bittiğinde bir diğer komşunun kapısı çalınıp kül rica etmesinden gelen bir sözdür evladım, dedi Emine Hanım.
“Külün varsa az verir misin, bulaşık yıkayacağımda gibi…” düşündüğümüz vakit komşuluk işte böyle değerli bir ortamdır. Külüne bile muhtaç olabilirsin işte böyle.. Komşular birbirinin değerini bilinmeli evladım, dedi.
Çeşmeden su getirirken de öğrendi ki suyu boşa harcamamamız gerektiğini öğrendi. Kimi insanlar bu nimet büyük bir emekle geliyordu. Daha sonra Ahmet kendi kendine;
“Ağaçları korumalıyız ki külüne muhtacız böyle. ”dedi.
Doğal yaşamın sırrını çözüyordu adeta... İnsanları korumak için önce doğaya sahip çıkmamız gerektiğini öğrenmişti. Doğa her şeydi onlar için doğa korunmaz ise insanların ve hiçbir canlının var o olmayacağını bu köy daha iyi algılıyordu. Kimse boşa su akıtmıyordu çeşmenin oluğundan akan suyu bile değerlendiriyorlardı. Suyun gitti yerden itibaren aralıklarla ağaç fidanları dikilmişti. O fidanlar yavaş yavaş büyüyüp kavak ağacı, elma ağacı, erik ağacı olacaktı. Daha sonra da o ağaç bu köy halkına hizmet edecekti. Bu görüntü bile israfın kötü olduğunu aklın inkârdan daha üstün olduğunu gösteriyordu.
Ahmet’te bu köyde adeta ikinci bir okul okuyordu. Her gün bir şey öğreniyordu oda ona yetiyordu. En büyük karne hediyesi buraya gelmekti onlarla vakit geçirmekten daha büyük hediye olmazdı.
Yaz bitip, okullar açıldığında anne ve babası da Ahmet’in büyüdüğünü fark ediyordu. Adeta değişimi baştan sona yaşanıyordu. Her konuda kendini geliştirmiş olarak evine dönüyordu. Tepkilerinde, isteklerinde değişim fark ediliyordu.
Ayrılık vakti geldi çattı. Ahmet anneannesi ve köy halkı ile bir bir vedalaştı. Herkesin gönlünü aldı ve bir sonraki tatilde görüşmek üzere diyerek köyüne veda etti.
Velhasıl: Sözü uzatmadan söylemek gerekirse, sözün kısası, kısacası, özetle anlamı taşır.
İmece: Genellikle kırsal yerleşim yerlerinde, birçok kişinin toplanıp elbirliği ile bir kişinin tarlasını sürmek, ekinini biçmek, harmanını kaldırmak, mısırını, fındığını toplamak vb. gibi bir işini görmesi ve böylece herkesin bu türden işlerinin sırayla bitirilmesi.
Bir elin nesi var iki elin sesi var: Bir işin hep birlikte kolay bir şekilde yapılabilmesidir.
İşleyen demir pas tutmaz: Hareketli ve çalışkan insanların her zaman dinç kalacağı şeklinde tabir edilmektedir. Sürekli bir şeylerle uğraşan, hareketli ve çalışkan insanlar her zaman sağlıklı olurlar.
Burnunda tütmek: Her hangi bir şeye karşı aşırı özlem duyulma halidir.
SORULARI HEP BİRLİKTE CEVAPLAYALIM
- Ahmet ne zaman köye gidiyordu?
- Nasılsın sorusuna verdiği cevap artık ne oluyordu?
- Köyde kimin çatısını aktardılar?
- Anneannesinin bahçede neler yetişiyordu?
- Kümesteki hayvanların kaçı horoz kaçı tavuktu?
- Kümesteki horozun ismi neydi?
- Siz de daha önce imece usulü ile yardımlaşma yaptınız mı?
- Sizin de bulunduğunuz şehrin kendine özel çocuk oyunları var mı? Aşağıya yazmak ister misiniz?
- Komşu komşunun ……… muhtaçtır. Boşluğu dolduralım.
Hikayemiz şahsıma aittir..