Klasik Türk edebiyatı, her zaman gizemli olmuştur benim için. Bu gizem, bekli de mazmunlarda saklıdır. Zira iddiaların aksine bir mazmun, her zaman aynı anlamı karşılamaz onda.
Nazım, nesre göre daha geniş bir yer tutar, divan edebiyatında; ancak divan nesri görenlerini kendine âşık eden kadından farksızdır: Az bulunur. O, bir nadide sultandır âlem-i edebiyatta.
Halk edebiyatının yalınlığı, anlaşılırlığı kadar, süsü ve müphemliği vardır klasik edebiyatımızın. Bu müphemlik, beraberinde bir de gizemlilik getirir ki, esrarına vakıf olmak için, içinde bin küsur yılın acısını, tatlısını; zevkini, sefasını; estetiğini ve anlayışını taşıyan kültürü hazmetmek gerekir.
Bunca baharatı içinde saklayan bu kültürü kısa sürede hazmetmek elbette ki kolay olmayacaktır. Onun cilvesine ömür yetmez. Cilvesiyle oyalanırken ömrünü yitirenler vardır, zira. Elini sallarken görünüveren parmakların hayranlığı sarhoş etmiştir bakanını. Dalmıştır ebediyetin esrarına. Esrarı yücedir onun; çünkü ebediyeti anlatır hep o.
Divan edebiyatı, divanda okunan bir edebiyat olmak yerine, divana durabilenlerin şanını anlatan bir edebiyattır. Divan, divana gelenlerle müteradif olmak durumundadır. Divana sunulan eserler, divanın edebiyatı olmuştur, divan edebiyatı olmuştur.
Durdum divana… Uydum evvelkilerin değişmez dedikleri doğrulara.
Modern zamanlar onu henüz bitirememiştir, bunca mirasyediliğiyle. Öyle anlaşılıyor ki, bitiremeyecektir de; çünkü o, bitmeyen kaynaktan beslenmiş, abıhayattan içmiş bir mutlu edebiyattır. Yüceliğini, anlattığı güzelden alır. O güzel ki dünya kurulalıdan beri gelmiş geçmiş tüm güzel ve güzelliklerle, hayal edilen ve edilebilecek güzelliklerin toplamı zerresine denk olmayan bir güzelliktir. İşte klasik edebiyat, sözünü ettiğimiz güzeli kendi imkânları nispetinde anlatmaya çalışmış bir edebiyattır.
Modern zamanlar, klasiklerin mirasının yendiği, sahibinin berhava edildiği dönemlerin toplamını teşkil eder. Bu bir nevi halüsinasyon dönemidir, ilerler göründüğü halde yerinde sayma, hatta gerileme dönemidir. Aslına bakılırsa ilerleme vardır; lakin farklı bir yöne doğru. Yön farklılaşınca yenilik ortaya çıkmaktadır. Her yeni, eskiden, istediği kadar istifade eder. Kimi zaman halefini reddi miras yoluyla imha girişimini de tercih edebilir. Onun için olsa gerek, bu yolla başlayan yenilikler köksüzlük yaftasını boyunlarından asla çıkaramazlar. Sürekli onun – reddi anlamında bile olsa- hamallığını yapar. Karşı çıkmak, mücadelesinde haklı çıkmak uğruna sürekli onu hıfzeder, üzerinde bir muska gibi taşır durur.
Doğrusunu söylemek gerekirse yok etmeye çalıştığı geleneğin, kültürün, birikimin hamallığı ona şeref kazandırmıyor değil. Bu yönüyle de bir ikilem yaşıyor bu hamallar. Şu da söylenebilir belki: Klasik Türk edebiyatına karşı duranlar, tek başlarına kaldıklarında ondan parçalar okuyup hayallerine, güzellik duygularına bir şeyler eklemeyi ihmal etmiyorlar; lakin toplum karşısına çıktıklarında savundukları dünya görüşü gereği karşı durmaya çalışıyorlar. Bu belli ölçülerde kimlik soru olarak da değerlendirilebilir. Genleri ve gelenekleri ile duruşları arasındaki çatışmada yalnızken klasik edebiyatın yumuşak, huzurlu kollarında sabahlamayı, sabah olunca ideolojilerinin anlamsız kampında yer almalarına neden olmaktadır
Taşıdığı şeyin şerefiyle kendine toplumda yer bulduğu halde ona hakaretler yağdırması, onu tahkir etmeye çalışması kimliksizliğinin bir dışavurumu olarak değerlendirilebilir. Bir söz vardır “ şerefü’l- mekân bi’l-mekin, yani bir yerin şerefi orayı mekân edinenlerin şerefi kadardır.” diye.