“İnsanların hem kendi aralarında, hem de toplum kurumlarına karşı minimum bir güveni olmadan, ne ekonomik faaliyetler, ne siyasi meşruluk, ne de sosyal düzen ayakta durabiliyor...
İngiliz filozof John Locke, insanoğlunun tabiata bağımlılıktan medeni topluma geçişini, halk ve siyasi yetki arasındaki ‘güven’in belirmesine oturtuyordu.
Peki, bugün durum nedir, hala böyle mi?
***
Bugün daha ziyade ‘genelleşmiş bir kuşku toplumu’ çağında bulunduğumuz görülüyor.
‘Vatandaş’ olduğu için siyasi meşruiyetin temelini oluşturan ‘demokratik birey’, bilhassa genç nesiller, kurumlara saygı ve güven duyabilmek için, sadece kendilerine geçmişten miras bırakılmış bir güvenin bulunmasının yeterli olmadığını düşünüyor.
Birey, yasaların tatbikinin, kurumlara ve siyasi kararlara herhangi bir meşruluk verdiğini de zor kabulleniyor.
‘Homo democraticus’ bunların bütününü eleştirmek istiyor.
Kendi benliğinin kimseye benzemezliğini, her şeyi kendisinin ölçüp biçebileceğini söylüyor.
Neticede, gelenek ve yasallık kanıtlarının meşruluğu zayıflamış bulunuyor.
Sosyologlar tüm kurumların çöküşünü gözlemliyorlar.
***
Demokratik insan, tüm gerçekliği ve buna bağlı olarak alınan tüm kararları eleştirmeyi arzuluyor; aynı zamanda bilirkişilerin ileri sürdüğü, ‘bir’ değil ‘milyonlarca şeye’ de inanmaya mahkûm olmaya devam ediyor.
Bilimsel ve teknolojik ilerleme, gündelik yaşam düzenini ve insanların çoğunluğunun anlayış kapasitesini aşmış bulunuyor.
Bu demokratik düzen içerisinde gözlemlenen gerilim, siyasetle ilgili olarak, meşru demokratik kurumlara saygılı fakat eleştirel bakan bir yurttaş tipini yaratıyor.
***
Sanki Tocqueville ‘Amerika’da Demokrasi’ adlı eserinin ikinci bölümünde bu durumu hissetmiş ve şöyle yazmıştı:
‘Onun bunun dediği milyonlarca şeye inanarak, gerçekleri belirlemekten çok tahmin eden büyük bir düşünür düşünemeyiz (...) bu yüzden, her halükarda, yetkinin, ahlaki ve entelektüel dünyada bulunması zorunludur. Bunun yeri değişken olsa da gereklidir.’
İki asır sonra, bu analizin ne kadar doğru ve isabetli olduğunu görüyoruz.
Demokrasi ideallerine, bilimsel düşünceye ve eleştirel bir güven duyabileceğimiz en uygun yol, aklın yoludur.
Bu yol, mutlak göreceliği ve her şeyin aynı değerde olduğu fikrini reddeder.
Sabırlı, mütevazı, çalışma ve düşünceye dayanan, deneyüstü bir gerçeğe değil, fakat bilimsel, yani kısmi ve geçici gerçeklere varmayı sağlayan, akılcı bilginin gelişmesine bağlı, zor bir yoldur.
***
Geçen yüzyılda, Alman düşünür ve sosyolog Georg Simmel, modern insanın varlığının ‘100 adet’ ilişkiye dayandığını yazalı beri, insanları yakından veya uzaktan birbirine bağlayan ağlar sürekli çoğaldı.
Bilimsel bilginin evrenselliği ve paranın dolaşımı sayesinde, insanlar sınırların da ötesinde, birbirlerine bu denli yaklaşmamışlardı. Herkes diğerinin yetkisine güven duymak zorunda. Bu anlamda, hiçbir zaman, güvenin, sosyal, yerel ve uluslararası düzenin bu denli, temelini oluşturduğu görülmemiştir. Fakat unutmayalım, bu bağımlılık nesnel ve aynı zamanda soyuttur. Minimum bir öznel güvenin desteğini görmeden, biçimsel kalmaya mahkûm değil midir? Bu soyut bağlar insanlar arasındaki ilişkilerin tadını ve anlamını yitirdiler; bu ilişkileri sadece imgeler arasındaki alışverişe indirgediler; bu ise insan faaliyetlerinin sonu olabilir.
Öznel güven nesnel güveni takip etmiyor. Tüm entelektüel otonomilerini ve her şeyi sırf kendileri için eleştirebilme yetkilerini kullanan demokratik bireyler, bundan böyle kime güveneceklerini bilemiyorlar. Kendi kanılarının diğerlerininkine bedel olduğunu düşünmektedirler.
Tocqueville, her şey kanıdır demiyor muydu?
Kime ve neye güven duymalıyız?
Maalesef, öznel güven kararnameyle buyrulmuyor.”
***
Yukarıda özetlediğim düşünceler, 2001 ile 2010 yılları arasında Fransa Anayasa Konseyi üyeliği de yapan sosyolog Dominique Schnapper’ın “yeni dünya tartışmaları” çerçevesinde hazırladığı “kime güvenebiliriz” başlıklı sunumuydu.
Tam tercümesini “ikincigrup.com”da bulabilirsiniz...
Ben sadece “Yeni Dünya” neler tartışıyor bilesiniz istedim.
Kim bilir belki bizdeki sığlık sizi de bunaltmıştır...