Medvedev'in Cumhurbaşkanı, Putin'in Başbakan olması ile Rusya'da başlayan yeni süreci, bir siyasal bilimci ile tartışıyorduk.
Şöyle dedi:
- Yeni Rusya'nın iç siyasetini de dış politikasını da anlayabilmek için eski Rusya'yı ve Sovyetler dönemini bilmek şarttır. Rusya'nın yönetiminde Büyük Petro'dan Çariçe Katerina'ya, Stalin'den Brejnev'e uzanan deneyimlerin bilgileri etkilidir.
Hitler Almanya'sının Wehrmacht'ı "Barbarossa Harekâtı" ile Sovyetler Birliği'ne saldırdığı zaman, Komünist diktatör Stalin'in nasıl Rus tarihine ve kutsallarına sığınıp, halka Napolyon'u yenen Çar'ın generali Kutuzov'u hatırlattığını gündeme getirdi bu siyasal bilimci.
Çok doğru söylüyordu.
Aynı şekilde bugünün Türkiye'sini dün yaşanılanları bilmeden anlamak pek mümkün değildir.
Prof. Dr. M. Şükrü Hanioğlu'nun yeni yayınlanan "Geç Osmanlı İmparatorluğu'nun Kısa Tarihi" kitabını okurken, bu gerçeği şiddetle hissettim.(A Brief History of the Late Otoman Empire/ Princeton University Press-2008)
3'üncü Mustafa
Hanioğlu 17981918 arasını çarpıcı değerlendirmelerle gergef gibi işlediği bu çalışmasında merkezle çevre arasındaki farklılaşmaları sıralarken ve "Modernleşme" sürecinin doğurduğu paradoksal durumları irdelerken, 1774'te dönemin Padişahı 3'üncü Mustafa'nın şu yakınmasını da alıntılamış:
- Dünya altüst oluyor. Bizim hükümdarlığımız döneminde durumun daha iyiye gitmesi ümidi de yok. Kötü kader devlet yönetimin aşağılık adamların ellerine geçmesine hükmetti. Hain bürokratlarımız İstanbul sokaklarında sinsice dolaşıyor. Allah'a yakarmaktan başka yapacak bir şeyimiz yok.
Bugün de yurtta ve dünyada yer alan değişimin çapını doğru anlayamazsanız, ülkenizi değişime uyumlu hale getiremezseniz ve eski koşullar varmış gibi kararlarınızı da eskilerin tekrarı biçiminde alırsanız, siz de 3'üncü Mustafa gibi, kendi kadrolarınıza sinirlenerek yok olmayı beklersiniz.
Osmanlı çok dilli, çok dinli, çok uluslu eski model imparatorluğu milliyetçiliğin yükselen değer olduğu dönemde korumanın imkânsızlığını da, eski Avrupa imparatorluklarının emperyalizme geçtiğini de anlayamadı.
"Modernleşme" sadece ordunun ıslahatı veya teknolojinin adaptasyonu zannedildi.
Dön baba dönelim
Acaba bugün de bireyin merkezi ele geçirdiği, alt kimliklerin üste çıktığı ve globalleşmenin sınır tanımaz biçimde ulus devletlerin her çeşit değerlerinin yanına yeni yükselen değerler eklediği bir dönemi yaşadığımızı algılamakta zorlanıyor muyuz?
"Demokrasi" ile "Laikliği" bir arada ve bir bütün olarak yaşatmaya çalışmak yerine, farklı yorumların sahiplerini Ankara sokaklarında sinsice dolaşan şeriatçılar olarak görmemizde, biraz "3'üncü Mustafalık" yok mu?
Ya da hem Osmanlı'da hem Cumhuriyet döneminde bütün ağırlığı ile var olan "Kürt Realitesi" bugün uluslararası bir sorun olarak tüm boyutları ve maalesef bölücü terör boyutu ile de karşımıza çıktığında, "Ne değişti de bu olay bu aşamaya geldi" diye sorgulamamız gerekmez mi?
Bütün temel kanunlarımızı Batı'dan alıp, kabul ettik. Anayasamızın bütün ilke ve kurumları Batı'nın ürünleri. Alfabemiz bile Latin alfabesi değil mi?
Peki hukuk fakültelerimizden bu kanunların ve ilkelerin orijinal dillerinden okunup anlaşılmasını sağlayacak, İtalya'nın, Fransa'nın, Almanya'nın içtihatlarını anlaşılmasını mümkün kılacak dil bilgisine sahip kanun adamları çıkabiliyor mu?
Güven sorunu
Neden Türk yargısının kararları, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde sürekli bozuluyor ve Türkiye devamlı tazminata mahkûm oluyor?
Sadece Yargı ile Yürütme arasında mı gerginlik var sanki? "İdare" ile "Yargı" çok mu uyumlu?
Ahmet Nazif Zorlu "İdare "nin tasarrufuna güvenip 850 milyon dolara Karayolları'nın arsasını ihaleden aldı. Ve bir idare mahkemesi kararı ile, bu ihale geçersiz sayıldı.
Siz yabancı sermaye olsanız bu düzene güvenip Türkiye'ye yatırım yapar mısınız?
"Tahkim" şartı böyle örneklerin çokluğunun sonucu değil mi?
Dün Menderes'e, Demirel'e, Özal'a sinirlenenler, bugün de aynı şiddetle Erdoğan'a sinirleniyorlarsa, bu sinirin ortak paydası gerçekten "laiklik" midir?