İnsanın kendini tanıma çabası ilk insanla başlamıştır. Kâdim dinler ve felsefe öğretileri, insana “Kendini bil!” diye hitap etmiştir. Sanat ve tasavvuf da insanın kendini tanımasını esas almışlardır.
İnsan dünyaya gönderilmiş bir varlık olarak, kim olduğunu ve nereden geldiğini düşünür. Bu sorulardan sonra ”Ben nereye gidiyorum?” sorusunu sormaya başlar.
Esasen “Ben kimim?” sorusu, “Nerden geldim ve nereye gidiyorum?” sorularını da beyinleri meşgul eder.
İnsanın bilgisi, kendisine dair bilgilerle başlar. Çünkü kendisi hakkında bir bilgiye sahip olmayan kişi, yaratılan hiçbir şeye karşıda hakkıyla bilgi sahibi olamaz.
İnsan, var olduğunun ve akıllı bir varlık olduğunun bilincinde olduktan sonra, yaratılan herşeye dair bilgileri nasıl elde edebileceğini araştırmaya elbette başlayabilir.
İnsan için en değerli bilgi kendisine ve yaratılış gayesine dair bilgidir.
Bir hayata sahip olan insan, hayatın anlamı hakkında düşünür.
İnsanlar için iyi olan nedir? İnsan hayatını nasıl sürdürmelidir? soruları bu arayışa yönelik bir sorudur.
“Kendini bil!” ifadesi hem emir hem de nasihat ve tavsiyedir. İçinde yaşadığımız zamanda insanlar nasihatı sevmeseler de buna kulaklarını tıkayamazlar.
Nasihat ifade eden cümleler, emir kipiyle ifade edilir. Emir kiplerinin yanlışlanma ve doğrulanma ihtimali yoktur. Sözgelimi birine, “Kendini bil!” dediğimizde muhatap, “Yalan söylüyorsun veya doğru söylüyorsun.” şeklinde bir karşılık veremez.
“Kendini bil!” şeklindeki nasihat hakikati ifade etmektedir. Bu ifade, insanın kendini bilmesi ve kendini tanıması şeklinde anlaşılır. Yunus Emre insanın kendini bilmesi gerektiğini şöyle ifade etmiştir:
İlim ilim bilmektir. İlim kendin bilmektir.
Sen kendini bilmezsen, Ya nice okumaktır.
Hz. Peygamber(sav) insanın kendisini tanımasının öneminden şöyle bahseder: “Kendini tanıyan Rabbini tanır.”
İnsanın kendini bilmesi ve tanıması, aynı anlama geliyor gibi görünse de esasen bilmek ve tanımak ayrı şeylerdir.
Bir şeyi bilmek, o şeyin mahiyeti hakkında ilim sahibi olmak anlamına gelir. İlim, bilgiler yığını anlamına geldiği gibi, ilmî disiplinler için de kullanılır. Bu anlamda ilim kavramı, batı dillerindeki bilim kavramından daha geniş bir anlam yelpazesine de bilakis sahiptir.
İslam dünyasında ilim, hem görünen alem’le hem de metafizik alem’le yani mana aleminle ilgili bilgileri ifade eder. Batı dillerindeki bilim, labratuvarın duvarlarına sığdırılan bir bilgiden ibarettir. Batıda beşerî bilimlerin, bilim olarak kabul edilmesi dahi yakın tarihte mümkün olmuştur.
Bir gerçektir ki, bilgi, özne ve nesne arasında gerçekleşmektedir.
Öznenin nesneye dair yaptığı araştırmalar, bilgiyi doğurur. İnsan, kendine dair bir bilgiye sahip olmaya çalışırken hem özne hem de nesne olduğu için böyle bir bilgiye ulaşmak insan için kolay olmaz. Tanımak, bir şey hakkında marifet sahibi olmayı ifade eder. Bu daha derinlikli bir bilgi sahibi olmayı gerektirir.
Bu durumda tanınan şey maruf haline gelir. Tanıyan kişi ise ârif olur.
Tanımak, bilmekten daha özel bir ifadedir. İlim akıl, nakil ve duyu organları yoluyla kazanılırken, marifet, pratik bir bilgidir ve ilham yoluyla elde edilir. İlmin zıddı cehaletken, marifetin zıddı ise inkardır.
“Haddini bil.” ifadesi genelde hakaret olarak anlaşılsa da, bu ifade bize bir hakikati haber verir. Had, kelimesi sınır anlamına geldiği gibi, klasik mantıkçılar bu kelimeyi tarif anlamında da kullanmışlardır.
İnsan her konuda sınırı olan bir varlıktır. İnsan davranış ve ahlak olarak bir sınıra sahiptir. İnsan bir hayvan kadar hür davranamaz. Çünkü mutlak bir özgürlük insan için hayvanlıkla eş değerdir.
Aynı şekilde insan bilgi konusunda da sınırlı bir varlıktır. Sınırsız bir bilgi mümkün değildir. Gelecekte her şeyin bilim yoluyla bilinebileceğini iddia eden batılı düşünürler, kendilerinin bile inanmadığı bir düşünceyi ne yazık ki, savunmuşlardır.
İnsan bir mevzu konusunda yorum yaparken de bir sınıra sahiptir. Yoksa ne desen gider, anlayışıyla herhangi bir alanda yapılmış yorumlar, sadece ispatlanmamış iddialar olarak kalır. Onun için her ilim dalında yorumlar için kurallar konulmuştur. İnsan ancak bu şeklide bir hakikate varma umudu besleyebilir.
O halde “haddini bil!” ifadesi bize bir hakikati ifade etmektedir. İnsan hiçbir konuda sınırsız olamaz. İnsan kendi sınırlarına çekilmeli, yeryüzüne kibirle basmamalıdır. Sahip olduğumuz sınırlar ve tabiat bize tevazuyu ders olarak okutmaktadır aslında…
İnsanı konuşan bir varlık olarak tanımlayan mantıkçılar, insanı tanımlamış olmuyorlar, insanın diğer varlıklardan ayırıcı bir özelliğini ifade etmiş oluyorlar. İnsan bir bedene ve bir ruha sahiptir. O halde insan dediğimizde bir bedene sahip bir varlığı kast etmiyoruz. Çünkü “Ben insanım.” diyen biri, bu cümleyle “Benim bir cesedim var.” anlamını kast etmez. Modern Tıp ve psikoloji, insanı ruhu olmayan bir varlık olarak ele alıp incelerken korkunç bir cehalete saplanmıştır. İnsanı tanıma çabasında olan Psikoloji, insanı adeta hayvan seviyesine düşürüp incelemiştir.
Pozitivizmin etkisinden kurtulamayan Psikoloji, insan hakkında en az bilgiye sahip olarak bir paradoksun içine düşmüştür.
İçinde yaşadığımız çağda insanlar, daha çok bunalım içinde yaşadıklarından kendini tanıma ihtiyacını daha çok duymaktadır. Çünkü kendi inanç ve geleneğinden kopan insanlık, kendini bir boşlukta bulmuştur. Batılı yaşam tarzını benimseyen insanlar, sürekli ani değişiklikler karşısında şaşkına döner.
Sonu gelmez yenilik ve değişim, insanı tedirgin hale getirirken insan, acımasız piyasa şartları ve belirsizlik karşında kendisinin hakikatine dair bir bilgiye sahip olmaya vakit bulamaz. Çünkü sürekli değişen alet ve şartlara uyum sağlamak için, eşyaya dair bilgisini artırmak zorundadır.
İnsan alem-i suğradır, ainata nisbetle küçük olsa da, kendi içinde bambaşka bir alemdir. İnsan kalbi, ruhu, inancı, yani metfizik boyutuyla insandır. Akıl, kalp ve ruh sahibi olan insan, aklıyla, kalbiyle akleder, ruhuyla hisseder.
İnsanın hakikati kalbidir. Kalpten kasıt, göğüste taşınan et parçası değildir. Kalp insanın manevî boyutunu oluşturur.
İnsan gönlüyle kendini bilir. Kendini bilmek Allah’ı tanımaya götüren anahtardır.
Bir şeyin hakikatinin bilinmesi, ancak o şeyin varlığının bilinmesi ile mümkün olabilir.
İnsan kendi varlığından şüphe edemez. Çünkü insan kendi varlığını hissettiği gibi, kendi varlığına dair düşünür. İnsanın var olması, onun bir bedene sahip olması anlamına gelmez. Çünkü ölülerinde bir cesedi vardır. O halde insanın var olması, onun akla ve kalbe sahip olması anlamındadır.
İnsanın kendini tanıması, nefsini tanımasıdır. İnsan nefsini tanıdıktan sonra, onu ıslaha başlayabilir. Nefis terbiyesi, insanın kendini bilmesini sağlar. Nefsini terbiye edemeyen insan, nefsin boyunduruğu altına gireceğinden özgürlüğünü kaybeder. İnsanın en büyük köleliği, nefsine yaptığı köleliktir.
Nefsinin arzularına uyan insan, nefsinin arzu ve emirlerini en büyük hakikat telakki eder. İnsan aklı ve inancıyla hareket edemezse, nefsine aldanarak arzuları istikametinde yaşar.
İnsan, düşünebilen bir varlık olduğu için, yanlış bir yola sapınca, yanlışlarına bahaneler üretir. Bir süre sonra bu bahane ve yalanlar, kişiye hakikat gibi görünür. Çünkü insan kendini bile aldatma yeteneğine sahiptir. İnsan ürettiği yalanlara inanan tek varlıktır.
Ve’l-hasıl, kendini bilen, kendisini yaratanı da bilir. Kendini bilen kişi, yardımın vesile mahiyeti dışında, kuldan gelmeyeceğini de bilir…
Ves Selam..