İstemek, her insana Rahmanın sonsuz affı olduğunu göstermek.
Kendinden emin yaşam
Kimseye minnet etmeden, yaşamak.
El alem ne der? Demek yerine, Rabbinin ne dediğine önem veren kimse olmak.
Gayesi hiçbir şeyi benimsemek yerine…
Her şey olmak.
Görmekten çok görene hitap etmek.
Evet Nalıncı Baba’ nın yani gerçek ismi Muhammed Mimi Efendi’ nin yaşamını bilmeyenler için paylaşalım. Kendimize güzel bir kıssadan, hisseler çıkaralım.
Gerçek emanetler, gerçek hisseler bunlardır aslını yitirmeyenlere…
Padişahın İşi Ne?
Sultanlardan biri o gün canı çok sıkkındır, değişik bir hal için dedir. Sanki bir şeyler söylemek ister sonra vazgeçer. Neşe ile üzüntü arasında gidip gelmektedir.
Veziriazamı Paşaya sorar:
– Hayrola efendim, canınızı sıkan bir şey mi var?
– Akşam garip bir rüya gördüm.
– Hayırdır inşallah?
– İnşallah hayr olur, öğreneceğiz.
– Nasıl yani?
– Hazırlan, dışarı çıkıyoruz.
Padişah ve vezir, derviş kılığında çıkarlar yola. Görünen o ki padişah hâlâ gördüğü rüyanın tesirindedir ve gideceği yeri iyi bilir. Seri, kararlı adımlarla Beyazıt’a çıkar, döner Vefa’ya, Zeyrek’ten aşağılara sallanır. Unkapanı civarında soluklanır. Etrafına daha bir dikkatle bakınır.
İşte tam o sırada gözüne yerde yatan bir ceset ilişir. Hemen sorar:
– Kimdir bu?
Ahali:
– Aman hocam hiç bulaşma, derler. Ayyaşın, sarhoşun biri işte!..
– Nerden biliyorsunuz?
– Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık komşumuz!
Bir başkası tafsilata girer:
– Biliyor musunuz, der. Aslında iyi sanatkârdır. Azaplar Çarşısı’nda çalışır. Nalının hasını yapar… Ancak kazandıklarını içkiye, fuhşa harcar. Hem şişe şişe şarap taşır evine, hem de nerede mimli bir kadın varsa takar peşine.
Hele yaşlının biri çok öfkelidir:
– İsterseniz komşulara sorun, der. Sorun bakalım onu bir cemaatte gören olmuş mu?
Hâsılı, mahalleli döner ardını gider. Tam vezir de toparlanıyordur ki padişah merakla sorar:
– Hayırdır, sen nereye?
– Bilmem, bu adamdan uzak durmak istersiniz sandım.
– Millet bu, çeker gider. Kimseye bir şey diyemem… Ama biz gidemeyiz; adam ne olursa olsun bizim teb’amızdır. Defin işini halletmek gerek. Bir nurdur aydınlanır alnında
Vezir hemen bir çare önerir:
– İyi ya, saraydan birkaç hoca yollar kurtuluruz vebalden.
– Olmaz, rüyadaki hikmeti çözemedik daha.
– Doğru ya! Peki, ne yapmamı emir buyurursunuz?
– Dervişliğe devam edeceğiz bir süre daha! Naaşı kaldırmalıyız en azından.
– Aman efendim, nasıl kaldırırız?
– Basbayağı kaldırırız işte.
– Yapmayın etmeyin sultanım, bunun yıkanması paklanması var. Tekfini, telkini…
– Merak etme ben beceririm. Ama önce bir gasilhane bulmalıyız.
– Şurada bir mahalle mescidi var, ama…
– Olmaz, vefat eden sen olsaydın nereden kalkmak isterdin?
– Ne bileyim, Ayasofya’dan, Süleymaniye’den, en azından Fatih Camii’nden…
– Ayasofya ile Süleymaniye’de devlet erkânı çoktur. Orada bizi tanıyanlar çıkar. Ama Fatih Camii’ni iyi dedin. Hadi yüklenelim…
Ve gelirler camiye. Vezir sağa sola koşturur, kefen tabut bulur. Padişah, bakır kazanları vurur ocağa… Usulü erkânınca bir güzel yıkarlar ki naaş ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur aydınlanır alnında. Yüzünde bir nur hâsıl olur. Hem manalı bir tebessüm okunur dudaklarında. Padişahın da, vezirin de kanı ısınmıştır bu adama. Meçhul nalıncıyı kefenler, tabutlar, musalla taşına yatırırlar. Ama namaz vaktine de bir hayli vardır. Bir ara vezir, sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır ve:
– Sultanım, der. Yanlış yapıyoruz galiba…
– Neden, ne yaptık ki?
– Heyecana kapıldık, sorup soruşturmadan buraya getirdik cenazeyi. Kim bilir belki hanımı vardır, belki de yetimleri?
– Doğru dedin. Öyleyse sen başını bekle, ben mahalleyi dolanıp geleyim.
Vezir cüzüne, tespihine döner, padişah garip maceranın başladığı noktaya koşar. Nitekim sorar soruşturur. Nalıncının evini bulur. Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Hadiseyi metanetle dinler. Sanki bu vefatı bekler gibidir.
– Hakkını helal et evladım, der. Belli ki çok yorulmuşsun. Sonra eşiğe çöker, ellerini yumruk yapar, şakaklarına dayar. Neden sonra silkinip konuşmaya başlar:
– Biliyor musun oğlum? Diye dertli dertli söylenir… Bizim efendi bir âlemdi, vesselam… Akşamlara kadar nalın yapardı. Ama birinin elinde şarap şişesi görmesin; elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra getirip dökerdi helaya!
– Niye?
– Ümmet-i Muhammed içmesin diye…
– Fesübhânallah!..
– Sonra, malum kadınların ücretlerini öder, eve getirirdi. Ben sizin zamanınızı satın aldım mı, aldım, derdi. Öyleyse şimdi dinleyin bakalım… O çeker gider, ben menkıbeler anlatırdım onlara. Mızraklı İlmihal, Hüccet-i İslam okurdum…
– Allah Allah! Millet ne sanıyor hâlbuki…
– Milletin ne sandığı umurunda değildi. Hoş, o hep uzak mescitlere giderdi. Öyle bir imamın arkasında durmalı ki, derdi; tekbir alırken Kâbe’yi görmeli…
– Öyle imam kaç tane kaldı şimdi?
– İşte bu yüzden Nişancı’ya, Sofulara uzanırdı ya… Hatta bir gün:
– Bak efendi, dedim. Sen böyle böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek. İnan cenazen kalacak ortada…
– Ne dedi peki?
– Kimseye zahmetim olmasın, deyip mezarını kendi kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim. İş mezarla bitiyor mu, dedim. Seni kim yıkasın, kim kaldırsın?
– Merak ettim şimdi cevabını!
– Önce uzun uzun güldü, sonra;
– Allah büyüktür hatun, dedi. Hem padişahın işi ne?
Dünya hayatı işte böyledir efendim. Var ile yokluk arasında kalan insanların gaflete düşmeme olasılığı ve kendinden emin olan kimselerin hayatı bu hikâyede gizlidir vesselam…