Dinimi ve dilini öğrenmeye başladığım yıllarda bir hocam şu menkıbeyi anlatmıştı:
Adamın birine bağımlı hale geldiği 'tatlı' yemek dokunuyormuş, nasıl kurtulacağını bir bilenden sormaya karar vermiş ve ona giderek halini arzetmiş. Bu zat, kendisine 'Şimdi git, onbeş gün sonra gel' demiş. Onbeş gün sonra geldiğinde ise 'bazı bünyelere tatlının iyi gelmediğini' anlattıktan sonra 'Evladım, bundan sonra tatlı yeme' demiş. Muhatabı 'Efendim bunları onbeş gün önce de söyleyebilirdiniz, beni niçin bu kadar beklettiniz' diye sormuş. Hakîmin cevabı şöyle olmuş: 'Evladım, bana da zarar verdiği halde ara sıra tatlı yiyordum, sana bırakmanı tavsiye etmeden önce bu onbeş gün içinde nefsimle mücadele ederek tatlı yemeyi terkettim, tavsiyemin bundan sonra etkili olacağına inandığım için seni onbeş gün beklettim'.
Hayat rehberimizde de şöyle buyuruluyor: 'Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niye söylersiniz? /Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında çok çirkin bir davranıştır' (Saff:61/23).
Bu âyetler hakkı ve hayrı tavsiye eden, din eğitim ve öğretimi yapan (davetçi) kimselerin hem sözleri, hem de söyledikleri ile yaptıkları arasında bir tutarlılığın, bütünlüğün, uygunluğun bulunması gerektiğini açıkça ifade ediyor.
Peygamberimiz (s.a.)'i anlatan bir âyetin meali de şöyledir: 'Nitekim aranızdan size bir peygamber gönderdik: O size âyetlerimizi okuyor, sizi arıtıp temizliyor, size kitabı ve hikmeti öğretiyor; yine size daha önce bilmediklerinizi öğretiyor. / Artık siz beni anın ki ben de sizi anayım. Bana şükredin, bana nankörlük etmeyin!' (Bakara:2/151-152).
Bu âyetten de şu gerçekleri öğreniyoruz: 1. Peygamberimiz (s.a.) özel donanımlı ama bizden, bizim gibi beşer cinsinden olan bir kişidir. 2.O, yalnızca kendisine gönderilen kitabı okuyup öğretmekle yetinmiyor, aynı zamanda ümmetini 'arıtıp temizliyor'; yani eğitiyor, ham beşerden kamil insanı inşa ediyor, müminin nefsini terbiye ederek Allah'ı nasıl anacağını ve O'nun tarafından anılma devletine nail olacağını kendi örnekliğinde gösteriyor. 3. O'nun en büyük ve önemli sünneti olan 'dine davet, din eğitim ve öğretimi' ile meşgul olacak müminler işe kendilerinden başlamalı, ashabın Hz. Peygamber'in eğitimi sayesinde elde ettikleri kemale varis olmaya çalışmalı ve bu paha biçilmez mirası -kendilerine ne kadarı düşmüş ise o kadarını- başkalarına aktarmalıdırlar.
Karnı tok, sırtı pek birisi, ihtiyacı yüzünden hırsızlık yaparken yakalanmış bir kız çocuğuna 'Utanmıyor musun' demişti, kız çocuğunun cevabı hala içimi yakar ve gözlerimi yaşartır: 'Hayır, açım ve üşüyorum'.
Bir çocuğun hırsızlık yapmamasını sağlamak üzere onu eğitmek isteyen bir ahlak öğretmeni, ona bu yersiz ve zamansız sözü söylemeden önce elinden tutsaydı, hatta daha önceden onun ihtiyaçlarını temin etmeye çalışsaydı, suç işlendikten sonra da -suça iten zorunlu durumu göz önüne alarak- ona şefkatle yaklaşsa, ilk elden karnını doyursa, giydirip ısınmasını sağlasa, sonra da 'Bir ihtiyacın olduğunda bu yanlış yollara girmek yerine bana gel, beni baban, kardeşin, aile ferdin bil' deseydi 'söz ve fiil bütünlüğü' gerçekleşir ve eğitimin şansı artardı.
İçinde yetiştiği ve bulunduğu şartlar yüzünden inancında, amelinde, ahlakında arızalar oluşmuş bir kimseyi İslam'a çağırmak isteyen davetçinin empati yapması, kendi şartları ile onun şartlarını karşılaştırması, bu sebeple kişiye nefretle değil, şefkatle yaklaşması, 'Ben de aynı ortam ve şartlarda bulunsaydım nasıl olurdum' diye durup bir düşünmesi, işte bu bakımdan 'muhtemel' amel ve durumu ile halihazırdaki söz ve eğitim faaliyeti arasında bir tutarlılık kurması eğitimde başarı şansını arttıracaktır.
'Menfaat beklemeden' kuralı da gelecek yazıya kalsın.