Tarih: 01 Eylül 2011 Perşembe Yer: İstanbul Burgazada
Öğlen saatleri…
Şehir hatları iskelesinin çıkışındaki kafeteryaların birinde, otuzlu yaşlarında biri erkek biri bayan iki kişi sohbet ediyor. Samuray görünümlü adam ile Bihter modundaki kadının yanına, 50’li yaşlarında, yüzü ve elleri ihtiyarlığını ele veren bir bayan yaklaşıyor. Gençlere selam vererek masalarına oturuyor. Oturur oturmaz koyu bir sohbete dalmaları, masadakileri yakından tanıdığının işareti.
Konuşurken sigara yakan yaşlı kadın, üst komşusu olduğu anlaşılan bir adamın ceddine rahmet okuyor:
‘’Üstteki Alman kılıklı herif Almanya’da 3 çocuğunu bıraktı.Bir Alman karısı buldu Ş……z! ‘’
Hemen yan masamda cereyan eden sohbet, bol ‘’bip’li’’ konuşmalarla devam ederken birden farklı bir mecraya kayıyor…
‘’Camiinin karşısındaki kadın duvara boydan boya Atatürk posterleri asmış. Tayyib’in Kasımpaşa’dan öğretmeniymiş. Elini öptürürmüş buna. Ceketinin kolları uzunmuş, düğmeleri ilikli gezermiş. Sefil yaratıkmış yani…’’
Burgazada’nın yerlisi olduğu veya yazlıkçı olduğu anlaşılan yaşlı kadının sözleri, eskilerin tabiri ile ‘’Devlet Ricaline’’ saygı duyan millet yapımızdan ''bir gedik açıldığını'' gösteriyordu. Türk Milletinin asırlar boyu uyguladığı; büyük gelince ayağa kalkmak, büyüklerin ya da toplulukların önünde ceketi iliklemek, öğretmenine, hocasına saygı göstermek gibi geleneklerin ''sefil yaratıklık'' olarak değerlendirilmesi içimi acıttı.
Sevmek ya da sevmemek… Desteklemek ya da karşı olmak… Elbette ki bunlar en doğal vatandaşlık hakkı. Ancak bir devlet büyüğünden ‘’sefil yaratık’’ şeklinde bahsetmek olsa olsa şizofrenik bir vak’a olarak değerlendirilebilir. Çünkü bu bir sevgisizlik sohbetidir. ‘’Takıntının’’ ta kendisidir. Sokakta yürüyen her iki kişiden birinin oyunu alan, dünya genelinde şu veya bu şekilde manşetlere çıkan bir Türk Lider hakkında bu şekilde konuşmak ise su götürmez bir vahamettir.
Büyük dedem rahmetli olmadan önce bizlere hep şunu öğütlerdi:
‘’Oğlum devlete garşı gelmeyin, hökümete garşı gelmeyin. Onlar böyük adamlardır!’’
Milli ve muhafazakar yapısı ile bildiğim büyük dedem, ‘’kır at’’ resmi ile sembolize edilen ve daha sonra Doğru Yol Partisi’ne temel olan Adalet Partisi’nin lideri Süleyman Demirel’den ‘’gıratın başı’’ şeklinde bahsederdi. Kur’an-ı Kerim’i samanlıklarda saklamak zorunda kaldıkları ve ezanın orijinal dilinde okunmasının yasak olduğu günleri gözleri dolarak anlatırken, kendilerine bu acıları yaşatan İsmet İnönü için asla hakaretvari sözler söylemez ve İnönü’yü her şeye rağmen ‘’Milli Şef’’ bilirdi.
Oysa bugünlerde, gazetecilerin, politikacıların hatta kahvedeki vatandaşın bile Devletin Başkomutanı olan Cumhurbaşkanına, yine eski deyimle Reis-i Cumhur’a karşı sözlü ya da -sanal alemde- yazılı olarak ağır sözler sarf ettiklerini duyuyor ve görüyoruz.
Bu durum bazılarınca ‘’özgürlük’’ olarak yorumlanıp, iyi bir gelişme olarak yansıtılmaya çalışılsa da; aile yapımızın, millet anlayışımızın ve devlet terbiyemizin uğradığı depremin derin tezahürü olarak değerlendirilmelidir.
Bu şekildeki özgürlük özgürlük değildir. Meşhur deyimle, birinin yumruğunun özgürlük sınırı diğerinin burnunun başladığı yere kadarsa, işte o zaman gerçek özgürlükten bahsedebiliriz.
Vaktiyle öğrenci lideri Deniz Baykal’ın, merhum ve maktul Başbakan Adnan Menderes’in yakasına yapışıp, ‘’özgürlük istiyoruz’’ diye bağırdığı, Menderes’in de ‘’şu an sahip olduğun özgürlüğün farkında değilsin. Bir Başbakanın yakasına yapışıyorsun’’ mealinde cevap verdiği rivayet edilir. Bu anekdot, sayın Baykal tarafından doğrulanmamıştır. Fakat olayın kompozisyonu günümüzle oldukça benzerdir. Zira bugün bir başbakanın yakasına yapışmak çok mümkün değildir ama, basın yayın yolu ile veya mikrofon başında küfretmek, birilerinin sıkça tercih ettiği bir özgürlük (!) yolu olmuştur.
Saygıdeğer okurum;
Dünya görüşüm ve siyasi tercihlerim bakımından kendileri ile oldukça mesafeli olduğum Cumhuriyet Halk Partisi’nin saygıdeğer yöneticileri, Ramazan Ayı içerisinde şahsımı bir iftar programına davet ettiler. Bu nezakete karşılık verdim ve büyük memnuniyetle yemeğe katıldım. Türkiye Cumhuriyeti Devleti protokolünün beş numaralı ismi olan Anamuhalefet Partisi Genel Başkanı sayın Kılıçdaroğlu ile yaklaşık 3,5 saat sohbet etme imkanımız oldu. Şahsımla birlikte, CHP mensubu olmayan diğer davetlilerde sohbete katıldı. Sohbet esnasında, en ufak bir tartışma ve kırgınlık olmadan, medeni ölçülerde, birbirimizi kırıp dökmeden ‘’insanca’’ konuştuk.
Aile yapımız ve saygı anlayışımızdaki yozlaşmanın siyasi ahlâkımıza da sirayet ettiğini görmekten dolayı gerçekten müteessiriz.
Kavganın, küfürün, zalim olmanın, kin gütmenin kimseye yararı olmayacağı gibi ''küpe de'' zarar vereceği aşikardır.
Zira, dünya üç günlüktür!
Tekrar buluşuncaya kadar, yüzünüzden tebessüm, yüreğinizden sevgi eksik olmasın efendim.
Hoşça bakın zatınıza…