KART KURT
Anayasa Mahkemesi üyesi Hocam Prof. Dr. Sacit Adalı ile birlikte dönemin Isparta Valisi Ertuğrul Dokuzoğlu’nu ziyaret etmiştik. Sohbet sırasında söz “Kürt” meselesine geldiğinde Vali bizimle şu anısını paylaşmıştı. Vali askeri makamlarca verilen bir brifing de kendilerine üst rütbeli bir subayın “ aslında kürt diye bir millet olmadığını, bu sebeple tarihte hiçbir kürt devleti bulunmadığını ve Kürtlerin dağ türkü olduklarını ve çok kar yağan bir bölgede yaşadıklarından karda yürürken ayaklarından çıkan “kart kurt” sesleri sebebiyle zamanla bunlara “kürt” diye hitap edilmeye başlandığını” anlattığını ifade etmiş ve hayretle dinlemiştik.
Böylesi basit değerlendirmelerle “kürt” sorununu yok saymaya çalışma yaklaşımı bizi bu günlere taşıdı. Sorunu yok saymak binlerce insanın ölmesi, 5000 in üzerinde şehit, milyarlarca dolar askeri harcama, mutsuz bir bölge halkı gerçeğini yok etmiyordu.
Yetkili makamlar yıllarca bu ülkede türk-kürt ayrımı olmadığını savunarak her isteği bölücülük olarak değerlendirdiler.
Modern Türkiye’nin Doğuşu kitabında Bernard Lewıs konuyu şöyle yorumluyordu:
“Bir süre için Türk hükümetleri Kürt sorununu, onu yok sayarak halletmeye çalıştılar. Diğer herkes gibi Kürt kökenli Türk vatandaşları da, aynı haklara ve aynı fırsatlara sahip birer Türk’tü. Kürt ya da kısmen Kürt kökenli çok sayıda insanın Cumhurbaşkanlığı, üst düzey komuta kademeleri ve çeşitli resmi mevkiler de dahil olmak üzere, devletin en üst mevkilerine yükselmesi gösteriyordu ki, bu iddia yanlış değildi. Ancak böylesi ilerlemelere iliştirilmiş yazılı olmayan şart, kişilerin kürt kökenlerine fazla vurgu yapmaktan kaçınmalarıydı.”
Hükümet belli ki konjontürel şartlar gereği alel acel ama iyi niyetli bir yaklaşımla kürt sorununu çözmek için harekete geçmek durumunda kaldı. Henüz çerçevesi çizilmeden MHP ve CHP’nin nezaket çizgisini aşan sözler sarfettikleri ve konuyu “toptancı” bir yaklaşımla reddettiklerini hayretle izledik. Oysa daha konunun neleri kapsayacağı, yasal-anayasal hangi düzenlemeleri ihtiyaç olduğu belli bile değildi.
Merakla beklenen 20 Ağustos 2009 günlü Milli Güvenlik Kurulu’ndan “TÜRKİYE'NİN GÜVENLİĞİNİ YAKINDAN İLGİLENDİREN ÖNEMLİ İÇ VE DIŞ GELİŞMELER GÖZDEN GEÇİRİLMİŞTİR. BU BAĞLAMDA, KURUL'UN ÖNCEKİ TOPLANTILARINDA YAPILAN DEĞERLENDİRMELERİN DE IŞIĞINDA; DEVLETİMİZİN ÜLKESİ VE MİLLETİYLE BÖLÜNMEZ BÜTÜNLÜĞÜNÜ PEKİŞTİRMEK, KİŞİLERİN VE TOPLUMUN REFAH, HUZUR VE MUTLULUĞUNU SAĞLAMAK ÜZERE, İÇİŞLERİ BAKANLIĞI EŞGÜDÜMÜNDE YAPILAN ÇALIŞMALAR HAKKINDA KURUL'A BİLGİ SUNULMUŞ VE ÇALIŞMALARIN DEVAMI TAVSİYE EDİLMİŞTİR.” Kararının çıkmasıyla buradan da umduğunu bulamayan malum siyasilerin söylemlerinin sertleştiğini ve MGK’yı hedef alacak sözler bile söylediklerini gördük.
Muhalefetin MGK kararı karşısındaki söylemi beni ne kadar şaşırtmış ise iktidar partisi yetkililerinin söyledikleri de aynı etkiyi yaptı. “Devlette aynı görüşte” minvalinde açıklamalar yapıldı. MGK’nın “tavsiye” niteliğinde kararlar alan bir danışma organı olarak algılanmamasının yıllardır yaşattığı sıkıntıları bile bile işimize geldi diye MGK kararlarını meşruiyet desteği olarak kullanmak hiç hoş olmadı.
Bakan Beşir Atalay’ın ne geniş yelpazeli ziyaretlerinden ne de basın toplantısından “kürt sorununun” nasıl çözüleceğini hala anlayamadım ama at izinin it izine karıştığı kaotik bir ortamdan şimdilik şunları çıkarabildik.
1-Bu sorunun sadece askeri önlemlerle çözülemeyeceği, sorunun sosyal, ekonomik, kültürel, psikolojik, diplomatik boyutlarının olduğunu,
2-Çözümüm kesinlikle “Tek millet, tek vatan, tek bayrak ve tek devlet” temellerine dayanacağı,
3-Türkiye’nin üniter yapısının asla tartışma konusu yapılamayacağını, (Başbakan Ulusa Sesleniş konuşmasında bunu net olarak ifade etmiştir)
4-Coğrafi ve etnik özerkliğin asla söz konusu olamayacağı,
5-Bunun bir güvenlik meselesinin ötesinde “Topyekûn Demokrasi” sorunun bir parçası olduğunu,
Anladık. Tabiî ki bunlar Hükümet cephesinin söylemleri. Bunlar bir anlamda sorunun İktidarca hem algılanışını hem de kırmızıçizgilerini içermektedir.
Başlangıçta oluşan hava ile sorunun çözümüne katkı sağlayacağı sanılan DTP’nin zaman ilerledikçe Abdullah Öcalan’ın muhatap alınmasında ısrarının devam ettiği Ahmet Türk’ün “DTP’nin barış çabaları bir yere kadardır, sınırlıdır, canını vererek mücadele edenler müzakerenin içinde olmalıdır” sözleriyle imalı; Emine Ayna’nın doğrudan ifadeleriyle ortaya çıktı. Ayrıca DTP’nin hükümetin söyleminin aksine Kürt kimliğini güvence altına almak için anayasal değişiklik istediği ve hükümetin Kürtçenin sadece seçmelik ders ve Kürt özel televizyonuyla sınırlı eğitim düşüncesine rağmen Kürtçenin resmi eğitim dili olması talebinde kendi kırmızı çizgilerini oluşturduğu ortaya çıkmıştır. Yani DTP çözüm için PKK çizgisinden uzaklaşmaya niyetli değildir.
Yaklaşımlar bu şekilde oluştuğuna göre bundan sonra nasıl bir ilerleme sağlanabilir? Bu sorunun cevabı gayet açıktır. Olaya samimi şekilde yaklaşmaya devam etmesi gereken hükümet toplumun tüm kesimlerinin de onayını ve desteğini alarak (Buna MHP ve CHP de dahil olmalıdır) “kürt açılımını” devam ettirmelidir.
Kürt sorununa ilişkin paketi ayrılıkçı düşüncelere fırsat vermeyecek şekilde demokratik açılımın bütün ihtiyaçlarını kapsayacak şekilde kapsamlı tutmak ve kürt sorunun sadece şiddet boyutuna hapsetmemek için gerekli adımları atarak bu boyuttan da arındırmak için gerekli adımları her şeye rağmen atmaya devam etmelidir.
Burada aslından sivil inisiyatife de çok iş düşüyor. Bin yıldır aynı toprakta yaşadığımız Malazgirt savaşında da Kurtuluş savaşında da birlikte çarpışıp şehit olduğumuzu, vatan sevgisi yanında din bağı ile de kardeş olduğumuz kürt kardeşlerimizi gönülden kucaklamak ve onları Marksist bölücülerin kucağına itmemek için çözüme gönül desteği vermemiz lazım.
Çözüm yerine kavgayı, barış yerine şiddeti, dostluk yerine düşmanlığı körükleyenlere Namık Kemal’in ömrünün son döneminde yazdığı şiirle seslenmek istiyorum.
Memleket bitti yine bitmedi hala sen ben
Bize bu hal ile bizden büyük olmaz düşman
Dest-i adadayız Allah içün ey ehl-i vatan
Yetişir terk edelim gayrı heva vü hevesi
(Des-i A’da:düşmanların eli)
unalsade@mynet.com