Karlar Düşer…

Uğur CANBOLAT

Evet karlar düşer…

Tek tek… Tane tane…

Her biri ayrı bir sanat şaheseri…

Çok olması değerinden bir düşme meydana getirmez.

Biz dışarıdan her kar tanesini bir görürüz ama mikroskop altında bakıldığında hiç birinin aynı olmadığını görmek çok şaşırtıcı…

Anadolu’da ve doğu’da karın beyazını birsüredir görüyoruz ama bugünlerde İstanbul’da beyazla iç içe olacak…

Zire şu anda karlar düşüyor…

Pencereden baktım az evvel her yer bembeyaz…

Pencereden gördüğüm yeşil yapraklı ağaç şu anda bambaşka bir halde… Uzaktan bakıldığında sanki bir büyük kardan adam görüntünde…

Kış aylarında ve özellikle beyaz karları misafir ettiğimiz anlarda hepimizin farklı çağrışımları olur.

Bazılarımız gürül gürül yanan bir sobayı düşünür.

Kimimiz ise kestanenin patladığını hayal edebilir.

Bir kısmımız ise ava çıkmayı hatırlayabilir.

Benimde aklıma üşüşen hatıralar var. Orta Anadolu’nun yüksek bir Kafkas köyünde doğup büyüyen biri olarak kış mevsimi ve karı yakından tanıyanlardanım.

Kış ayları bana sohbeti hatırlatır ilkin…

Muhabbetin tadını… Dinlemenin önemini… Hürmetin neden gerektiğini… Sobayı ve etrafında ısınmayı…

Yaz ayında tarlaya, bağa ve bahçeye dağılan köy insanını birleştirir düşen karlar…

Yakınlaştırır…

Muhabbetin demine çeker…

Nasıl yapar bunu derseniz hemen söyleyeyim. Köy odaları ile yapar bu işlevi.

Şimdilerde öyle değil ama eskiden kışların hükmü uzundu…

Kış mevsimi hayatı kaplardı… İstila eder demeye dilim varmıyor zira yaşananları hatırladığımda bu kelimenin uygun düşmeyeceğine kanaat getiriyorum.

Köyümüzde kışlar uzun geçerdi.

Televizyonun olmadığı, insanın henüz içine bu kadar kapanmadığı, sanal dünyanın esaretinin olmadığı günlerdi.

Merhabanın, selamlaşmanın, hatır sormanın ayrı bir tadı, farklı bir lezzeti vardı.

İşte bu dönemlerde köy odaları sosyal hayatın yaşandığı mekânlardı. Köyde yer alan diğer odalarla birlikte rahmetli Esat ve Çelebi dedelerim bizim de köy odamızın açık olmasına fevkalade önem verirlerdi.

Bir hatıradan mı bahsetmeye başladım? Evet öyle oldu.

O günlerde anlayamadığım kadar mühim bir şeydi köy odasının açık kalması. İnsanlar aralarında konuşurlarken “filan zat bu sene odasını yakıyor mu?” şeklinde cümleler kurulurdu. Odanın yakılması, odanın bacasının tütmesi hayatiyet ifade ederdi. Bu komşulara bir çağrı, bir davet niteliği taşırdı.

Gün içinde saman ile beslenen soba müthiş hararetle yanar odamız sımsıcak olurdu.

Giren çıkan bitmez bu hareket hali sürekli devam ederdi.

İnsanlar ya koyunlarına yem vermek için ya da atlarını sulamak için çıkarlardı. Çaylar demlenir ve bardaklar daima dolar, boşalırdı. Oda sahibinin en küçük çocuğu ise bu hizmetleri deruhte ederdi.

Odanın temizliği, süpürülmesi sabah erkenden yapılırdı.

Gün içi temizliği ise odakilerin hep beraber camiye gittiklerinde pencereler ve kapı açılıp havalandırılarak yapılır, dolan sigara küllükleri boşaltılırdı.

Şimdiki gibi hazır sarılmış sigara paketleri çok kullanılmazdı. Mali imkânlar buna elverişli değildi. İçenlerde genellikle “Birinci” veya “Bafra” sigarası içerdi. Biraz zengince olanlar ‘Yenice’ içerdi. Onun paket şekli de farklıydı zaten.

Yaşlıların tercihi ise daha çok tütünden yana olurdu. Hele birde bu “kaçak tütün” ise daha bir itibar edilirdi.

Tütün paketi açılır içinden incecik ve kenarından yapışık olan sigara kağıdı çıkardı. Bu tütün metal “tabaka” ya özenle yerleştirilir üst iç kısmındaki yerine kağıdı konurdu.

Tabakadan tütünü alıp baş ve işaret parmağı arasına konan incecik sigara kağıdına konularak sigara sarma konusunda herkes o kadar usta değildir. Bunu iyi yapanlar sarar ve öyle ikram etmeyi tercih ederlerdi daha çok…

Küçük gözlerimle bu iletişimin sigaradan daha fazla şeyler ifade ettiğinin fark ederdim hep.

Vakit yaklaştığında hazırlıklarda başlardı… Kollar sıvanmaya başlardı…

Sobanın üzerinde ısıttığımız suyu soğuk suya ilave ederek ılık hale getirir ibriği leğenle beraber hazır ederdim.

Bunu görenler önce yaşlılardan olmak üzere kapıya doğru gelir otururlardı. Bende onlara abdest aldırır arkasından da havlu tutardım.

Ezan okunmaya başlamasıyla birer ikişer odadan ayrılmalar başlardı. Yaşı biraz daha ileri olanların gidemediği de olurdu. Bu durumlarda odada cemaat ile namaz kılınması tercih edilirdi.

Namazdan çıkan oda sakinleri yavaş yavaş geri dönerlerdi.

Her defasında selam en taze şekilde alınır insanlar birbirilerine ilk kez görüyormuş muamelesi yapardı. Birbirlerine böyle itibar ederdi.

Odaya giren herkes yüksek sesle selam verir ondan yaşı küçük olan herkes ayağa kalkar ve yaşına ve konumuna göre hak ettiği yer oturması için gösterilirdi.

Bir nevi yazılmamış gizli bir protokol işlerdi adeta burada.

Dedem sıkıntılı zamanlarında bile odayı açık tutmayı isterdi. Bunu da “Evlat odayı yak hadi” şeklinde söylerdi.

Kış akşamları sofra buraya çıkar sülalenin erkekleri yemeklerini genellikle burada birlikte yerlerdi.

Ben gece dedemle beraber odada yatmayı tercih ederdim.

Burada büyüklerle beraber olmak, onların sohbetlerini dinlemek bana her nedense sürekli cazip gelirdi.

Dedemden ve kardan bahsedince bir konuyu daha anlatmam gerekecek.

Bende çocuk dönemlerimde karla oynamayı çok sevenlerdenim.

Sabah çıktığımızda eğer ciddi şekilde acıkmamışsak eve gelmek aklımıza gelmezdi.

Eve girip bir dürüm alır yine aynı hızla kendimizi tekrar dışarıya atıverirdik.

Kardan adam yapmak her kış mevsiminin çocuklar tarafından vazgeçilmezidir.

Bazıları fırtına sebebiyle sonraki günlere kalamasa da uzun zaman erimeden dururlardı güneş görmediklerinde…

Önce yüksek bir platform yapardık. Daha sonra kardan adamı da bir büst gibi üzerine kondurmayı severdik. Böylece yaptığımız eseri daha çok kimsenin görmesini sağlamış olurduk.

Havuç bulma imkanımız olmadığından göz, ağız ve burnu küllükten bulduğumuz yanmış ağaçlar ile hallederdik.

Galiba bu saatlerde Eset dedem rahmet istedi. Sürekli andırıyor kendini bana...

Köy odamızın hemen ön kısmına yüksek bir platforma kardan adamı gayet güzel yaptık ailenin çocuklarıyla.

Etrafı da genişçe olmuştu.

Sürekli karı ezip çiğneyerek sağlamlaştırdığımız için çok uzun süre erimeden kalmıştı.

Sürekli onun etrafında oynardık.

Kardan adamı yerleştirdiğimiz bu yükseklik bana minareyi çağrıştırmış olacak ki, burada kendimce büyümüş olduğumu herhalde dedeme göstermek amacıyla ezan okumuştum.

Biraz daha oynadıktan sonra çok üşümüş olmalıyım ki ısınmak için odaya girmiş ve gürül gürül yanan sobaya neredeyse yapışacak kadar yakın duruyordum.

Eset dedem de namazını bitirmiş duasını yapıyordu köy odamıza girdiğimde.

Aradan çok kısa bir zaman geçmişti ki köyümüzün minaresinde ezan sesi yükselmeye başladı.

Dedem birden ciddileşti ve “Ne biçim bir iş bu yav” dedi. “Az evvel ezan okundu bende namazımı kıldım. Bir vakit için iki defa ezan okunur mu?” diyerek hoca için söylenmeye başladı.

Durumu hemen anladım.

Eset dedem benim bir oyun sırasında okuduğum ezanı vaktin ezanı zannetmiş ve namazını eda etmişti.

Henüz tam ısınmamıştım ama durum giderek daha da ciddileşme eğiliminde olduğu için yavaşça odadan uzaklaştım.

Dedem o ezanı benim okuduğumu anladı mı bilmiyorum ama kalsaydım sanırım tehlikeli olabilirdi.

Evet şimdi dışarıda karlar yağıyor…

Bunlarda bendeki çağrışımları… Rahmetli Osman Yağmurdereli’den dinlemeye alıştığımız dizelerle bitirelim yazımızı.

“Karlar düşer
Düşer düşer aglarım
Hep ismini
Hep ismini anarım”

HABER NAME/ 17.01.2011/ canbolatugur@gmail.com/ https://twitter.com/ugurcanbolat

Yorum Yap
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yorumlar (2)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.