Karının karnı büyümüş büyümüş büyümüş... Hattâ haddinden fazla büyümüş. Günü gelince nur topu gibi ikiz çocukları olmuş. Çocuklar birbirine pek benzemiyormuş, bu hususa pek dikkat eden olmamış.
Aradan üç sene geçmiş, baba şüphelenmiş. Çocukların kan vs. tahlillerini yaptırmış. Rapor şöyleymiş: Çocuklardan biri yüzde 99,999 sizindir. Öteki çocuk yüzde 100 sizin değildir!
Adam kendinden olmayan çocuğu nüfusundan sildirmiş, karının kucağına koymuş, evden atmış.
Karı babasının evine gitmiş. Bir müddet sonra babası da kovmuş. Şimdi çocuk yetimler yurdunda, karı sığınma evindeymiş.
Hikayenin aslı da şuymuş:
Koca işine gidince karı dostunu evine alıyormuş. Gündüz dostuyla halvet, gece kocasıyla... İkiz çocuklar böyle peydahlanmış.
Geçen sene de bir karı kocasına "Zaten iki çocuğumuz senden değil..." dememiş miydi?
Niçin karı dediğimi anlamışsınızdır. Hanımefendi denilecek halleri yok.
Kadınlar çeşitli kategorilere ayrılır:
Sultanlar: Padişah annelerine Valide Sultan, Padişah kızlarına Sultan denilir. Pertevniyel Valide Sultan... Bezmiâlem Valide Sultan...
Padişah hanımlarına da bazen aynı ünvan verilir. Hürrem Sultan gibi.
Osmanlı tarihinde Padişah annesi, eşi, kızı sultanlar büyük hayırlar yapmışlardır: Camiler, medreseler, imarethâneler, taş mektepler, vakıflar... Öldüler gittiler, eserleri onlara sadaka-i câriye oldu. Bazı sultan vakıfları talan edilmiştir. Edenler mel'undur.
Bezmialem Valide Sultan rahmetli kurduğu Gureba-i Müslimîn hastanesinin vakfiyesine yazdırmış: Soğanın tanesi bir altına çıksa yine alalar ve hastalara yemek yapıp yedireler.
Hanzadeler, prensesler vardır.
Hanımefendiler vardır.
Hanımlar vardır.
Bayanlar vardır.
Karılar da vardır.
Karı kelimesinin bundan yüz sene önceki mânasıyla bugünkü mânası arasında fark vardır. Ahmed Midhat Efendi yazılarında kadın yerine karı der...
Hüseyin Rahmi'nin romanlarında kavga eden mahalle karıları vardır, konaklarda yaşayan hanımefendiler vardır. Hanımefendi kılığına girmiş âşüfteler vardır.
Yazımın başındaki konuya dönelim:
İkiz doğuran karının komşuları durumu biliyormuşlar ama kocaya söylememişler. Uygun bir şekilde söylemeleri onu uyarmaları gerekirdi.
Toplumumuz bu hale nasıl geldi?
Eskiden ahlaksızlık yok muydu? Vardı ama bu kadar, genel ve yoğun değildi. Vahim olan ahlaksızlık olması değil, bu kadar çok, yaygın, yoğun, genel ve açık olmasıdır.
Hırsızlık, dolandırıcılık, fuhuş, zina, işaret, kumar, sahtekârlık, rüşvet, haram yeme...
Eskiden toplumda güçlü bir komşuluk hukuku vardı. Adamcağız ekmek parası getirmek için işe gidecek, karı o gidince eve aşığını alacak... Komşular, kocanın hakkını, haysiyetini, namusunu, şerefini gözetmekle mükellef değil midir?
Tecessüs edilsin demiyorum, etraftaki herkesin bildiği bir şey...
Bir kısım insanlarımız başkalarının genç analarına, karılarına, kızlarına kötü ve şehevî gözle bakıyor.
Herşey karşılıklıdır:
O başkasının anasına, karısına, kızına şehvetle bakarsa, başkaları da onunkilere bakacaktır.
Eskiden Müslümanlar apartmanlarda yaşamazdı. Evlerde harem selamlık vardı, kaç göç vardı. Tramvaylarda, trenlerde, vapurlarda hanımların yerleri ayrıydı.
O zamanlar evli bir kadının aşığıyla buluşması ondan çocuk peydahlaması çok zordu.
Bir kere komşular buna izin vermezlerdi.
Baskın denilen bir kurum vardı. Eve aşığını alan yalnız karının hânesine bir gece baskın yapılır, zampara bir temiz pataklanır, karıya da üç gün mühlet verilir, al eşyalarını mahallemizden def olup git denilirdi.
Şimdi çağdaşlık var, uygarlık var, ilericilik var... Sana ne karı âşığını evine alıyorsa...
Bir koca, nikahlı karısının kendisinden olmayan çocuğuna bakmaya mecbur değildir.
Babadan olmayan zavallı çocuğa acıyorum. Kimlik kartında baba yeri boş... Hiçbir suçu, günahı, kabahati olmadığı halde ömrü boyunca hakarete uğrayacak, itilip kakılacak, mutsuz olacak.
Şer'î nikaha, taaddüd-i zevcata, tesettüre, kaç göçe, harem selâmlığa karşı olan çağdaşlarımız bu işe ne derler acaba?
* (İkinci yazı)
FIKIH
Fıkıh demek, mezhep demek; İslâm ilk asırlarında zuhur etmiş büyük ve mutlak müctehidlerin, Kur'ân'dan ve Sünnet'ten çıkarmış oldukları hükümlerdir.
İlk asırlarda yirmi küsur mutlak müctehid zuhur etmiş, bunların dördünün fıkıh sistemi Ümmet tarafından benimsenmiş, diğerleri uygulanmamıştır.
Bütün bu mutlak müctehidler muhterem, mübarek, aziz, eli öpülesice, Müslümanların veliyyinimeti, üstadı, rehberi, ışık tutucusu, ebedî saadete götüren yolun kılavuzu kimselerdir. Onları severiz, onlara hürmetsizlik etmeyiz, onlara minnet ve teşekkür borçluyuz. Sa'yleri, hizmetleri makbul olsun. Ruhaniyetleri üzerimize sâyeban olsun.
Resûl-i Kibriya Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) zaman-ı saadetlerinde mezhep yoktu, mezhebe lüzum yoktu. İmana gelip Müslüman olanlar dinin hükümlerini, namazın nasıl kılındığını, abdestin nasıl alındığını ve diğer dinî işleri ona bakarak, ondan bilgi edinerek bilip öğreniyorlardı.
Nihayet "Bugün dininizi tamamladım" ayeti geldi, İslâm bütünüyle tebliğ edildi. Efendimizin vefatından sonra dinimiz hızla yayıldı. Kısa zamanda doğuda Çin sınırlarına, Batıda Atlas Okyanusu'na dayandı. Yayan olarak, atla, gemiyle aylarca yolculuk yapılmasını gerektiren uzak iklimlerde Tevhid bayrağı dalgalandı. Arapça bilmeyen, çeşit çeşit lisanlarla konuşan insanlar İslam ile şereflendi, işte o zaman fıkıh ilmi tesis edildi, mutlak müctehidler varyantlarıyla beraber yüz binlerce hadîsi taradılar. En temel ve asıl hükümlerden en küçük ve ayrıntıya ait hükümleri ihtiva eden fıkıh ilmini kurdular. Bu ilim bir bahr-i bi-pâyandır, yani kenarı, kıyısı, sahili olmayan muazzam bir okyanustur.
Kur'ân elbette ana kaynağımızdır ama fıkıh bilmeden iki rekat namazı sahih olarak, yanlışsız olarak kılmak mümkün değildir. Resulullah Efendimiz "Beni nasıl namaz kılıyor görüyorsanız, siz de öyle kılınız" buyurmuşlardır.
Kitabullah'ın mücmel (özet, kısa) geçtiği konuları Sünnet açıklar, tamamlar, aydınlatır, tafsil ve teşrih eder.
Bugün mezhepleri inkâr edenler bile, namaz kılabilmek için fıkıhtan yararlanır. Ol mâhiler ki, derya içredir, deryayı bilmezler...
Fıkıh ve hak mezheb düşmanlığı bugünkü İslâm dünyasının en büyük felaketidir. Fıkıhsızlık ve mezhepsizlik en büyük bid'at ve fitnedir.
Peygamber zamanında mezheb yokmuş... Ne ucuz bir gerekçedir bu!.. O saadetli devirde Mushaf, yani tek bir kitap şekline getirilmiş yazılı bir Kur'ân nüshası da yoktu. Kitabullah ayrı ayrı sayfalara, çeşit çeşit malzemeler üzerine yazılmıştı, bunlar dağınık ve perakende idi. Sonra, lüzum ve zaruret üzerine Hz. Ebubekir zamanında Kur'ân tek bir Mushaf halinde yazıldı. Hazret-i Osman zamanında bu Mushaf çoğaltıldı, Darülislâm'ın çeşitli bölgelerine gönderildi... Peygamber zamanında Muhsaf yoktu diyerek onu da mı bid'at kabul edeceğiz?
Fıkıh Müslümanların en büyük hazinesidir.
Fıkha nasıl ulaşılır? Dört hak mezhep yoluyla...
Cadde-i Kübra'da giden cumhur-i ulema bin küsur yıldan beri dört hak ve doğru mezhep olduğunda ittifak etmişlerdir.
Fıkıh sadece taharetten, ibadetlerden bahs etmez. Fıkıh, insanın bütün faaliyetleriyle ilgili hükümler koyar. Bu hükümler Kur'ân'dan, Sünnet'ten, icmâ-i ümmetten ve kıyas-ı fukahadan elde edilmiştir. Muamelat, nikâh ve talak hükümleri, miras, ticaret, ceza hukuku, ahkam-ı sultaniye daha nice konular.
Her Müslümanın evinde, dört hak mezhepten hangisine bağlı ise, onun fıkhını anlatan muteber ve güvenilir bir kitap bulunmalıdır. Mesela: Hanefiler, Ömer Nasuhi Bilmen'in Büyük İslâm İlmihali'ni edinmeli, okumalı, fıkhı öğrenmelidir.
Fıkıh nurlu bir ilimdir, fıkhı seven ve öğrenen kişi nurlanır.
Kur'ân'a ve Sünnet'e uygun fıkıh imanlı kişiyi, Allah'ın kerem ve lütfu ile Cennet'e ulaştırır, imanını korur, küfre karşı onu techiz eder.
Fıkhı sevelim, fıkıh taraftarı olalım, dinimizi doğru bir şekilde öğrenelim.
Böyle yazılar kaleme aldığım için bana saldıranları, "fitne ve fesat çıkartıyorsun" diyenleri itidale ve insafa davet ediyorum.
Selam hidayete tâbi olanlar üzerine olsun.
Bir Müslümanın fıkıh düşmanlığı yapması aklın alacağı, vicdanın kabul edeceği bir şey değildir. Cenab-ı Hak cümlemize basiretler nasip buyursun.