Sosyalist-ateist sistemin insan fıtratına aykırı olduğu, insanları tembelleştirdiği ve bu yüzden de yıkıldığı doğrudur. Peki, hayatımızın kılcal damarlarına kadar nüfuz etmiş olan kapitalist-seküler sistem üzerinde hiç düşündünüz mü? Biraz yakın plana alsanız; insana dair olanı, yani özgürlüğünü elinden alıp köleleştirdiğini, hatta insanı insana sadece köle değil, kul ettiğini de görürsünüz. İzah etmeye çalışalım.
Kapitalist felsefe esasen sermaye birikimine dayanır. Profesyonel ellerde toplanan sermayenin, rekabet ve sinerji etkisiyle daha çok üretim ve refah artışı gibi olumlu ekonomik sonuçları beklenir. Üretim ve refah artışı burada mikro düzeyde, yani kişi ve firma bakımından gelir artışı ile eş anlamlıdır. Bunun makro ifadesi ise ‘büyüme’dir. Büyüme kalkınma ya da gelişme anlamına gelmeyip, bu kavramlar büyümenin uzun vadeli ve daha çok kişisel ve sosyolojik tarafını ilgilendirecek şekilde evrilmesini ifade eder. Bu anlamda kalkınma ya da gelişme denen şey, kişisel gelir artışı yanında, çeşitli alışkanlıkları da içerir ki, bu alışkanlıklar esasen batıda gelişmiş olup, kişilerin zevklerine kadar nüfuz etmiştir. Bu yönüyle de esasen sekülerdir.
İlk zamanlarda piyasanın inisiyatifine bırakılan sistem, zaman içerisinde gerçek anlamda bir burjuva ve proleterya sınıfı doğurmuş olup, durumun böyle gitmeyeceği anlaşılınca da, devlet düzenlemeleri ve müdahaleleri, yani sosyal devlet-refah devleti uygulamaları kendisine zemin bulmuştur. Böylece işçilere devlet güvencesi gelmiş, ‘asgari’ de olsa ihtiyacını karşılar hale gelmiştir.
Her şeye para merkezli bakan kapitalizmde işveren bakımından işçi bir sarf malzemesi, bir maliyettir. Devlet korumasından yoksun oldukları zamanlarda 'tam köle' statüsünde çalışan işçi kesimi, devletin inisiyatifi ele almasıyla (sosyal devlet) bu statüden kurtulmuş, ancak ‘insani’ standartlara da terfi edememiştir. Zira kapitalist sistemlerde işçi hala bir ‘maliyet’tir.
Züğürt Ağa filminde de hatırlarsınız. Ağa ile köylülerin bağımlılığı burada da vardır malum... Ağa köylülerin herşeyidir. Herkes onun için çalışır, onun varlığı ve devamı için çabalar. Zira ekmek kapılarıdır kurulu düzen… Ağanın güreşte yenilmesine bile hiç birisinin tahammülü yoktur. Hatırlarsanız şehre göçüp özgürleşen ve kendi kendisine düşünmeye başlayan başta kâhya olmak üzere ağanın adamları işlerini büyütmüş, hatta ‘züğürtleşen’ ağaya posta koymaya başlamışlardı. Aslında yukarıdaki cinsten patron-işçi ilişkisinin bir tür kölelik olduğu bile söylenebilir. Bir farkla ki; günümüzdeki kölelerin geçmişten farkı, kölelikte gönüllü, hatta iştahlı olmalarıdır.
İşçi patron bağlamında hukuk önünde eşitlik ve demokrasi gibi söylemler gerçekte karşılığı olmayan sloganlardır. Hiç bir şekilde fiili fırsat eşitliği söz konusu değildir. Bu eşitsizlik hem ülkelerin kendi içerisinde, hem de global çapta, yani ülkeler arasında böyledir. Global çapta az sayıda kişi ya da firma (7-8 adet) dünya ekonomisinin yarısından fazlasını kontrol etmektedir mesela... Pek çok ülkeden daha büyük çok sayıda firma vardır. Durum ülke içerisinde de farklı değildir. Asgari ücrete razı ve mahkûm edilen milyonların, karın tokluğuna çalıştırılan kölelerden gerçekte sadece bir statü farkı vardır.
Bugün yasal ve kurumsal düzenlemelerin varlığı, bir takım ülkelerde bu sorunu minimize etmiş olmakla birlikte, global düzeydeki dağılım adaletsizliğini sürdürmektedir. Zira Birleşmiş Milletler verilerine göre 800 milyon insan açlık sınırında yaşıyorken, dünya nüfusunun % 45’i yoksulluk sınırı altında gelir elde ediyor. Bunun anlamı 800 milyon insanın yardım edilmezse açlıktan öleceğidir. Nitekim ölmektedir de… Bugün temiz suya dahi ulaşamayan milyonlarca insan var.
İşin aslı şudur: Bugün çağdaş batı değerleri dediğimiz 'kutsallar' insanları köleliğe razı etmiştir. Geçmişte toplumsal statü olan kölelik, günümüzde 'yasal' zemine terfi (!) etmiştir, o kadar… Milyonlarca köle karın tokluğuna (asgari ücret) oligarkların servetine servet katmaya devam etmektedir. (devamı bir sonraki yazıda inşaallah)