Bir gece vakti sanal dünyada geziniyordum. Gece, ilim ehli için nimettir; ben de o nimetten faydalanmaya çalışıyordum. Kıymetli bir dergi elime geçti. Ciddi konulardan bahsediyor, entelektüel bilgiler barındırıyordu. Kıymetli portrelerden bahsediyordu. İşte orada tanıştık Ayşe Şasa'yla. Bir çırpıda evimize geliverdi 'Delilik Ülkesinden Notlar'ıyla.
Ayşe Şasa'nın adını işitmiştim elbette. Fakat işitmek başka şey; tanımak, bilmek başka bir şeydir.
Ayşe Şasa'yla tanıştık.
Bu tanışıklığımdan fayda hasıl olsun diye zamanın defterine bir not düşüyorum. Çünkü salihlerin anıldığı yere rahmet yağarmış. Çünkü salih insanları yadetmek Allah-u Azimüşşan geleneğidir diye kainatın defterine bir not düşüyorum.
Kimdir Ayşe Şasa?
Onu tanıyan İlber Ortaylı Ayşe Şasa için şunları yazmış.
"Ayşe Şasa'yı 1970'lerde tanıdım. Onu önce sinema dünyasının senarist kişilerinden biri olarak bilirim. Doğrusu etkili öyküleri vardı. Basit bir tahlil aracı olarak senaryo çizimini seviyordu. Ben tanıdığımda ağır hastalığının nekahat dönemindeydi. İçe kapanık bir kişilik olmalıydı. Güzel İngilizce konuşuyordu, spor yapıyordu. Kendi kuşağında görülmeyen bir Türkçe vurgulaması vardı. İstanbul'un zengin iş adamlarından (bugün birçok zengin onu geçti) Avni Şasa'nın kızıydı. Hamidiye zırhlısı komutanı Rauf Bey'in de yeğen çocuğuydu. Para ve anane ve eski bir Osmanlı ailesi; çok kişinin imrendiği bu zenginliğin hassas ruhlu bir yazar için hayatta imkanlar kadar tıkanma ve zorluklar yarattığını söylemek gerekir.
...Ayşe Şasa 1968 kuşağından; kendi çevresinde sosyalizm hakimdi. Dünyanın, Eski Avrupa'nın ve Batı'nın rejimine karşıydı."
İlber Ortaylı'nın bahsettiği ağır hastalık ise şizofreniydi.
Ayşe Şasa, doktorunun şizofreni nöbetlerindeki hezeyanlarını yazmasını söylemesi üzerine, yazmaya başladı. İşte o hezeyanlarında kendisini şöyle hissediyordu Ayşe Şasa.
"1940 yılında annemle babam, Hitler'in üstün ırk teorisini doğrulamak için bir araya getirilmişlerdi. Annem çok zekiydi, babam çok iradeli. Gestapo onları bu iş için özel olarak seçip birleştirmiş, ben hasıl olmuştum. -Ben altı yaşımda geçirdiğim bademcik ameliyatı sırasında Gestapo tarafından yarı yarıya biyonik hale getirilmiştim. Genzimde, burnumda, beynimde radarlar, radyo istasyonları, görünmez film ekranları ve dini netliğini bilmediğim nice aygıtlar vardı. Kalbim özel olarak takılmış sentetik bir pompaydı. Uzaktan kumanda ile yönetiliyor; uzak mesafelere, uydulara gizli mesajlar gönderiyordum. -Ben, Hitler, Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyet Rusya arasında İkinci Dünya Savaşı'nda imzalanmış özel ve çok gizli bir anlaşmaya hizmet etmek için, insanlığın başına korkunç bir çorap örmek için özel olarak husule gelmiş ve yetiştirilmişim."
İlgiyle okuyorum. Bir şizofren ne hisseder herkes gibi ben de merak ediyorum. Ve ilerliyorum sayfalarda. İbni Arabi'nin Fusus'il-Hikem'iyle tanıştığını biliyorum. Bununla kurtuluşa erdiğini de biliyorum. Merakla okuyorum.
Ayşe Şasa yetmişli yılların solcusu, senarist ve mimar. Ah Güzel İstanbul, Muradın Türküsü, Gramafon Avrat, Dinle Neyden gibi senaryolarda emeği geçmiş. Amerikan Kız Koleji'nden mezun. Robert Koleji İdari Bilimler Bölümünde okumuş.
Kitabının ortalarına doğru geldiğimde Ayşe Şasa'ya canım kaynamaya başlıyor. Galiba aynı frekanstayız da ondan. Onun bilgeliğine hayran oluyorum. Bilgeliği ve çaresizliği bizi birbirimize çekiyor. O, bizim zamanın gençliğinin hayran olunan modellerinden. Nitekim onun okuduğu kolejlere hayrandık. Bu ecnebi kolejleri bize yaldızlanarak reklam edilirdi. Tanınmış ve değerli gösterilen birçok insan bu kolejlerden mezun olmuştu. Okuduğumuz kitaplar, izlediğimiz filmler genelde onların eseriydi çünkü. Daha çocukken Florence Nightingale Kolejinde okumak için başvuru bile yapmıştım fakat yüksek ücret istedikleri için gidememiştim.
İşte benim çocukken düşlerini kurduğum ama gidemediğim o alemde yetişmişti Ayşe Şasa. O gidememenin benim için bir mahrumiyet değil hayır olduğunu düşünüyorum artık. Bizi sırat-ı müstekîmden ayırma Allah'ım! diyorum.
Artık biliyorum onların eğitimlerinin içinin kof olduğunu. Ayşe Şasa da anlatıyor yaşadığı yaldızlı(!) hayatın boşluğunu. O çarkın artık iflas ettiğini söylüyor. Ve acıyla itiraf ediyor o şâ'şâlı(!) eğitim sisteminin berbatlığını.
"Bana doğduğumdan bu yana hiç kimse doğrudan Allah'ı telkin etmedi. Allah'tan başka her şey bana öğretildi.
...Zihnim hep 'fenafillah'kavramında, gözlerimi duvardaki portakal renkli yalımlardan ayıramıyor sonra elime Şeyh Galip'in Hüsn-ü Aşk'ını alıyorum…
"Residen-i rah-ü bedera-yı ateş" başlığını okuyorum…
Yıllar ve yıllar boyu beni Divan Edebiyatının muhteşem parıltısından perdeleyen bedbaht eğitim serüvenime -beni kendi kültürümün klasiklerinden uzaklaştıran ortaokul ve lise tahsilime- hayıflanacak gibi olunca, kendimi hemen Türkçe mealin kolaylığına savurarak yol almaya çalışıyorum." diyordu.
Kitabın sayfalarından, Ayşe Şasa'nın kalbine doğru ilerliyorum. Sevgi dolu bir gülümseme yayılıyor yanaklarıma. Duyduğum sevgi kalbime bir huzur katıyor.
Ayşe abla yazışalım mı diyorum?
Yaşasaydı kesin ona mektup yazacaktım.
"Farz ibadetlerden sonra kulu Allah'a en çok sevdiren, onun başka kulların kalbine sevinç vermesidir. Rabbim cümlemizi Cemal'inden nasipdar kılsın." diye yazıyor.
"Mutlak hakikatı, mutlak güzelliği arayan insan, yol üzerindeki kesret ateşinin cehennemine yakalanırsa kurtuluşu kendi kalbinde arasın. Narı nura çeviren sırrın şifresi sadece bizde, kalbimizdedir deniliyor. Gayret adını taşıyan tüm bilgelerin de Aşk'a verdikleri talimat yalnızca bu, kalbin derinliklerine dönüş…" diyor Ayşe Şasa.
"Kaynak, ihtiyar dünyamızı medyatik bunaklığın ortasından dünyevi, saçma, sofistçe söz kalabalıklığından 'enformatik cehaletten' kurtararak yeniden geleneğin ölümsüz baharına, vahiyle İlahi Hikmet'in az ve öz konuşan hayat alanına çekiyor, sanat bir kez daha ibadetin bir parçası olma şerefini kazanıyor.
Hayatta ve sanatta, insan düşüncesinin her alanında kol gezen kof pozitivizmin, sığ rölativizmin, yoz ve içi boş sosyolojizmin iflasıyla bireysel ve metafizik tekamülün, insan-ı kamile giden tecrübenin kapıları bir kere daha ardına kadar açılıyor.
İçinde bulunduğumuz medeniyet dairesi -bu günlerde pek çok kimsenin söz birliği etmişçesine söylediği gibi- kendi külleri üstünde yeniden diriliyor, İlahi Hikmet'e kanat açıyor. Bugünlerde oturma odamın duvarına asılı ebrudan 'Ateş Denizi' tasvirine bakarken sık sık tekrarladığım gibi,
Ya Rabb, bir kez daha tüm yeryüzü insanlarını, tüm yeryüzü sanatçılarını, onsekizbin alemi dolduran kutuplar, pirler, erenler, aşıklar neşesinden haberdar ve nasipdar kıl." diye dua ediyor Ayşe Şasa.
Sık sık da şu duayı yapıyor:
"Allahım hayretimi artır!"
Hayretin artmasının nasıl bir şey olduğunu da anlatıyor. Ayşe Şasa ile birlikte hayret penceresinden ben de bakıyorum. Ve o yazmış, ben okumaya devam ediyorum.
"Yüksek bir yerden şehre bakıyorum. Hayret… Bu fakir on yıl öncesine kadar buradan şehre her baktığımda iğrenç bir mimarinin sakil göstergelerini, meydanlarda cirit atan cinleri, şeytanları; küfre, sefahata dalmış nefs-i emmare sakinlerini izliyordum… Şimdi her şey değişmiş. Bütün bunlar yok olup gitmiş. Şehre bakınca semaya yükselen Allahu Ekber volkanlarını, ortada akan La İlahe. İllallah okyanuslarını, göz alabildiğince uzanan Sübhanallah ovalarını, Elhamdülillah yaylalarını görüyorum. La İlahe İllallah okyanusunda boğulurken 'Hayret! Hayret! Hayret!' diye haykıran münkirlerin nidaları cennet kuşlarının cıvıltılarına karışıyor. Anlıyorum ki on yıl içinde değişen şehir değil benim. Bütün sır kalp gözünde, kalp kulağındadır deniliyor.
Kadim dostlarımdan biri, bir gün bir hatırasını anlatmıştı. Yıllarca önce zulümden bunaldığı bir an kulağına bir ses gelmiş. Ses; bu şehre yirmiüç saat kir yağar, bir saat nur yağar. Nur kiri bastırır demiş. Dün gece aynı ses bu fakire şöyle dedi.
"Biraz derecesini yükseltebilen görür ki aleme her an nur yağmakta. Kirse bu alemde hiç yer tutmamaktadır."
Hayret Yaylası…
"İşte buradayım. Tevhid Dağının bir basamağında Hayret Yaylası'nın kenarındayım… Hayret Yaylası göz alabildiğince uzanıyor, sevincim onsekizbin alemde yankılanıyor.
… Ve Hayret Yaylası'nın ortasında, volkanik bir kraterin ağzında masmavi sularıyla Aşıklar Gölü görünüyor. Aşıklar Gölü'nün ortasında Velayet Adası var. Bu adayı süsleyen veliler… mis kokulu yaseminler. Zamansızlık ikliminin Evvel'den gelip Ebed'e giden Ölümsüz Bahar'ın yaseminleri. Koklamaya kıyılmayacak kadar nazlı, latif ve aziz varlıklar. Özlerindeki ince lütfu onsekizbin aleme saçıp duran öbek öbek ermişler. Ve adanın çevresinde, gökmavi sularda kuğu misali dolanan Peygamber Ruhu…
Kendi kendime, buraya nasıl geldim diyorum. Ve hatırlıyorum:
Gaflet Çölü'nü geçtim, Hidayet Vadisini yürüdüm. Tevhid Dağını tırmandım ve bir dönemeçte buraya, Hayret Yaylası'na vasıl oldum diyorum. Ardımda elli yıllık bir yürüyüş bırakıyorum…
Kardelenlerden, yaseminlerden, masmavi göl sularından, sularda yankılanan dağ görüntülerinden oluşan cenneti temaşa ederken mırıldanıyorum:
Gir ümmetime, Gir cennetime…
Ve yine mırıldanıyorum:
"Rabbim hayretimi artır!"
İşte böyle yazıyor kitabında Ayşe Şasa. Ve onun duası beni de sarıyor ve mırıldanıyorum:
Ya Rabbi hayretimi artır!
Ayşe Şasa'ya,
"İbn Arabi nasıl bir mana kattı hayatınıza?" diye soruyorlar. O bunu şöyle anlatıyor.
"O güne kadar Marksist bir çerçeve içinde, sadece tarih ve sosyolojiden haberdarım. Yahu, tarih ve sosyoloji ölüm ve ötesi hakkında haber verebilir mi? Bütün ölçülerimi kaybedip, mahzun ve perişan oturduğum; bütün bildiklerimden şüpheye düştüğüm ve hiçbirinden yardım alamadığım bir gün… Tarih ve sosyoloji bana hiç yardımcı olmuyor. Toplum beni kaldırıp bir kenara atmış. Marksisizm'in hiç gündeminde olmayan bir durumla karşı karşıyayım. İşte o sırada Hz. Arabi'nin kitabını açıyorum. Kitapta gözüme çarpan ilk ibarelerden biri o güzel hadis-i kudsi. Hazret naklediyor Allah'tan:
'Ben bir gizli hazineydim. Bilinmek istedim.'
Bu bir davet. Allah bizi kendisini bilmeye çağırıyor. Demek ki orada vadesi gelmiş. Birdenbire kalbim aşka düştü. Bomboş olan kalbimde bir aşk peydah oldu. Bu ibarenin ışığında bilmek ve bilinmek; sevmek ve sevilmek problematiği içerisinde Hz. Şeyh gayet komplike bir kozmos tablosu ortaya çıkarıyor. Ancak bu tablo bir yanıyla da çok sade. Çünkü bütün temeli aşka ve rahmete dayanıyor. Füsus'ta anlatılan, bende kalan bu."
Tasavvuftaki rabıta anlayışını bir senarist gözünden anlatıyor Ayşe Şasa ve şöyle diyor.
"Her senaryocunun zihninde bir ekran vardır. Bir tür projektör gibidir bu ekran. Düşünülen her sahneyi ekrana birebir yansıtır ve senaryocu neredeyse bu gördüklerini, duyduklarını senaryo diye yazar. Bu ekranda fikirler ete kemiğe bürünür sizin anlayacağınız. Bu halin tasavvuftaki adı tahayyülâttır. Senaryoculuktan getirdiğim bu alışkanlık dervişlik hayatımda da çok işime yaradı. Çünkü bu sözünü ettiğim hâl aslında bizatihî seyr ü sülûk denilen şey. Tahayyülât, muhayyile ve tahayyülî hayat… bunlar İslam Medeniyeti'nin alemle rabıta kurma alanları. Sırf kuru akılla rabıta kurmak yerine kalp gözüyle rabıta kurmak…"
Ümmete katılmak, cemaatlere katılmakla ilgili şu çarpıcı yorumu yapıyor.
"Ümmete katılmak, cemaatlere katılmak bizim ülkemizde yaşayan bazı dünyevi yazarların sandığı gibi, zorlayarak gerçekleşmiyor. Zaten iman etmiş insan, ister bir dağın başında yaşasın, isterse bir atölyede çalışsın yani fiziki olarak nerede bulunursa bulunsun, bir üst alemle kurduğu bağdan dolayı ümmete katılmış olur. Mesela ben bu mekanda maddi olarak yalnızım ama manevi açıdan şu anda bütün ümmet etrafımda. Evet ben şu anda ümmetin ortasındayım. Yalnız başıma bir odadayım ama kalbimin beni temasa soktuğu bir muhteva var. Kalbimle zihnimin birleşmesinden doğan zenginlik, bütün bir ümmetle manen bağ kurabilmemi sağlıyor."
Ayşe Şasa neredeyse hayatını anlattığı "Delilik Ülkesinden Notlar" kitabında şizofreni bir bünyeyle nasıl hakikate erdiğinin temel taşlarını da söylüyor ki, o kişi Kemal Tahir'dir. Onunla tanışmasını şöyle açıklıyor.
"1960'lı yıllarda, Amerikan Koleji'nde okuduğum sıradaydı. Modern edebiyatla, Avrupa ve Amerikan edebiyatıyla ilgilenerek modernizme, kozmopolit akımlara özenerek yetiştiğim sıralar…
İki perdelik, naif, avangart bir oyun kaleme almış, bu oyunun okul sahnesinde oynaması okul dışında bir yankı bulmuş, şehrin bazı tiyatro adamları, sanatçıları ve düşünürleri bir yenilikçi olarak adımdan söz eder, beni ilginç bir kabiliyet olarak zikreder olmuşlardı.
Bu durumun oluşturduğu garip, karmaşık bir ruh hali içindeydim. Benim için, oyunum için söylenen olumlu şeylerin gerçek olup olmadığından hayli şüphedeydim. Onsekiz yaşında tecrübesiz, bilgisiz biriydim. Hayat ve sanat hakkında izlenimlerim bulanık ve karışıktı.
...O günlerde arkadaşlarım beni Kemal Tahir adlı, adını pek de duymamış olduğum bir romancının Suadiye'deki evine götürdüler. Oyunumdan söz ederek beni ona takdim ettiler.
Daha ilk bakışta çarpıcı kişiliğinden ve konuşma üslubundan etkilendiğim Kemal Tahir beni şöyle bir süzdü. Oyunun neye ait olduğunu bile sormadan tok bir tavırla:
'Bak dedi. Şunu bilmiş ol ki, bu ülkede maskaralık yaptığın sürece herkes sana alkış tutar. Ciddi bir şey yapmaya kalkarsan da kimse ilgilenmez. Yüzüne bakmaz. Bunu baştan böyle bil.'
Çehresini nedense Sokrat'a benzettiğim Kemal Tahir'e o an inanmış, güvenmiştim. Onu daha yakından tanımaya, izlemeye karar vermiştim. Ortaya koyduğu ölçü ile bütün hayatımı belirleyecekti; ciddi olmanın -rağbet göstermeyecek de olsa- peşine takılmaya karar vermiştim.
Varlıklı ailemle aramda dünya görüşü ve hayat idealleri olarak derin ihtilaflar vardı. Sokrat'a benzettiğim Kemal Tahir'i kendime baba edindim."
Ayşe Şasa "Delilik Ülkesinden Notlar" kitabında namaz ve dua konusunda da şunları yazmış.
"Namaz; çok ilginç, kalp idraki açan bir şey. İnsanın sadece aklıyla değil, duyum ve sezgileriyle de yaşamaya başlaması, bütün melekelerini kullanması, duygularını da seferber etmesi demek. Burada asıl tahayyülî hayat canlanıyor. Kuru akıldan daha öteye gidiliyor ve sevgi canlanıyor. Siz dua ederken, derunî alemle bir bağ kurmaya çalışıyorsunuz. Bu sizin melekelerinizi geliştiriyor. Çalıştırmadığınız bir takım unsurlar varlığınızda harekete geçiyor ve bu çalışmanın getirdiği verim ortaya çıkıyor. Zihninizin verimi hızlanıyor ve artıyor."
Ayşe Şasa, "Delilik Ülkesinden Notlar" kitabını neşr ederken, bütün bu yaşadıklarını cümle alem ile paylaşmak istediğini, tabir-i caizse bu paylaşımla kendisine kıyamete kadar yeni dostlar edinmek istediğini söylüyor. Bunları kitabın sunuş yazısında şöyle belirtiyor.
"Delilik Ülkesinden Notlar" kitabının sunuş yazısı…
"İçinde bulunduğumuz inançsızlık çağında, Mutlak'ı arayan biri ne tür bir gerilimin muhatabı olabilir?
Koyu bir inançsızlıktan yoğun bir inanca yönelen biri, yol üstünde neler yaşar, neler görür, neler söyler?
Kaosla düzen, bunalımla huzur, karanlıkla aydınlık, korkuyla umut arasındaki iç tecrübelerimi açıklamak, bunları dile getirirken insanca paylaşımın onarıcı, şifa verici olanaklarından güç devşirmek…
Bu gaye üstüne inşa edilen bu metinler demetinin, kolektif iletişim ağında, kendine salim bir mecra bulabilmesi, eğer bu gerçekleşebilirse, beni mutlu edecek…"
Sevgili Ayşe Şasa!
Kolektif iletişim ağında çoktan yerini almışsın. Seni sevdik ablacığım! Rabbim bizleri cennetinde buluştursun. Ruhun şâd olsun. Allah rahmetiyle dereceni aliyyül âlâ eylesin!
Amin.