Usulca kapıdan içeri süzülüp bir köşeye çöküyorum.
Sen miydin, ne var ne yok, anlat bakalım diyor.
Sözlerin hâlâ yeri var aramızda... Bir süre kem küm ediyorum. Anladım dercesine hafifçe başını sallıyor.
“Bu kadar yeter mi ki?” diyorum. Çok bile diyor.
Çekmecesinin alt tarafından büyükçe, delikli, azıcıkta kirli bir çuval çıkarıyor. İçine ne attıysan fırlatıver gitsin diyor.
Uslu bir çocuk gibi dinliyorum sözünü… Aklıma ne gelirse atıyorum. Hepsi birer birer çuvalın deliğinden fırlayıp gidiyorlar. Delik büyüdükçe büyüyor gözlerimde. Atacak bir şey kalmayınca delikli çuval beni de yutacakmış gibi bir korku geliyor içime. Son anda irkilip geri çekiliyorum.
Muzip bir çocuk pırıltısıyla gülüyor gözleri...
Bu defa da beyaz, bembeyaz bir örtü seriyor aramıza.
Bir ucu onda, bir ucu kaf dağında… Dağın eteklerinde sabah alacasında su içen ceylanlar var hâlâ.
Bakışıp duruyorlar...
Tüm hamaratlığıyla bir dakikada bir yığın şey koyup kaldırıyor örtüye.
Örtü tertemiz.
“Sen mi yıkadın bunu?” diyorum.
“Temizdi zaten” diyor.
Gözlerinde yeni açmış bir çiçeğin baktıran tazeliği..
Yüreğinin derinliklerine büklüm büklüm bir yol bulup ineceğim.Yollar uzayıp gidiyor gözlerimde..
Yalnız bir ceylan ürkekliğiyle tırmanıyorum Kaf dağının zorlu doruklarına. Keskin, anlamlı bir bakış fırlatıyor bana.
“Bil” diyor “Bil de bir daha sorma”
Biliyorum, içten içe kızıyor bana.
Ne var ki ben... onun kızmasını bile seviyorum…
Dönüp dolaşıp çok bildik masallar anlatıyor. Heyecansız dinliyorum.
Bir yağmur hafifliğinde dökülüyor sözler dudaklarından.
Ağırlıksız, ipince, ıslatmıyor bile.
Bir aralık gülüyor. Sabah güneşi gibi aydınlık gülüşü desen desen yayılıyor örtünün üzerine. Güneşli örtüyü toparlayıp bir an önce gideyim istiyorum. Başımızın üstünde kuşlar dönüp duruyor. Kuşlara bak diyorum. İnanmasa da inanmış görünüyor.
İyice inansın diye, bir tanesi gelip omzuma konuyor.
Gagası saf altından.
Kanatları desen gümüş iplikli.
Sımsıkı yumulu ağzının içinde define saklar gibi...
Geniş kanatlarını okşayınca kalkıp beyaz örtünün üzerinde bir tur atıyor.. Avuçlarımda belli belirsiz bir özlem...
Denize mi, gökyüzüne mi, kaf dağına mı belli değil...
“Sen” diyor. “Daha hiç bir şey yemedin.”
Tokum diyorum. Kendimi tok sanıyorum. Midem delinmiş farkında değilim.... “Kaldırayım istersen” diyor.
“Yok” diyorum.
Örtünün bir ucu onda bir ucu Kaf dağında.
“Ceylanları ürkütmeyelim. Vakit erken daha...”
Konuşmaya başlayınca iri gözlerini kaçırıyor benden.
“Hepsini çuvala atmamış mıydın sen?” diyor.
“İnsan görmediğine inanmamalı, her bildiğini söylememeli...”
Gerdikçe geriyoruz örtüyü. Omzumda kıpırdanan kuşun sabırsızlığı bana da geçiyor.
Kalkıp gideyim istiyorum. Bir türlü kalkamıyorum.
Zamanı boşluğa emanet edercesine dalıp gidiyor gözlerim ufka...
Kaf dağının eteklerinde suya kanmamış ceylanlar var hâlâ...
Görmesem de iyi biliyorum...
HABER NAME/ 05.01.2012