Kaddafi’yi öldürmenin bedeli

xxx78

Ortadoğu’da sözü dinlenir gazetecilerden ‘El-Kuds’ül Arabi’ yayın yönetmeni Abdulbari Atwan, Kaddafi’nin ölüm şeklini beğenmemiş, ‘insanlık dışı’ bulmuş; “Mübarek’e yapılan ‘âdil muamele’ ona da uygulanmalıydı” diyor...

Yeterince düşünmeden edilmiş bir söz bu. Bir parça düşünseydi, Kaddafi’nin âkıbetinin Mübarek’e yapılan uygulamayla yakın ilgisini görebilirdi. Kaddafi’yi hayatını halkın eliyle sona erdirmeye sürükleyen, Mısır’da Mübarek’in başına gelendi çünkü... Beşşar Esad ve öteki Ortadoğu diktatörlerini halkın arzuları karşısında direnişe sürükleyen de aynı şey: “Teslim olup idam tehdidiyle karşı karşıya mı kalalım, yoksa ‘belki o âkıbetten kurtuluruz’ ümidiyle direnelim mi?” sorusuna verdikleri cevap...

‘Arap Baharı’nın en büyük açmazı, halkın istemediği liderlerin âkıbeti sorunudur...

Tunus’ta, yani en başta, doğru yol bulunmuştu aslında: Ülkeyi 23 yıl yöneten Zeynelabidin Bin Ali’nin ülkeyi terk etmesine göz yumuldu. Tunuslular, ardından, yönetim kadrosundan iyi niyetliler ile açık pazarlık yoluyla, ülkeyi kimin idare etmesi gerektiğine kendileri karar verdiler.

Seçim yapılınca rejim bütünüyle değişmiş olacak Tunus’ta...

Doğru olan yapıldı Tunus’ta, ama sonraki bütün ülkelerde yanlışlar birbirini izledi. Hüsnü Mübarek ve ailesi fertlerinin Mısır’ı terk etmesine izin verilmedi; askeri mahkeme kafes ardında tuttuğu eski diktatör ile çocuklarını idam talebiyle yargılıyor.

Yargılayanlar, 30 yıl boyunca o lidere boyun eğdiklerini hatırlasalar, aslında kendilerini yargıladıklarını anlayacaklar...

Mısır’da askerler yönetimdeler ve anayasayla güçlerini pekiştirip seçim sonrasında yerlerini terk etmemenin yollarını arıyorlar...

Eski devlet başkanının idamla yargılanması sürecini başlatan Mısır, sonraki gelişmelerin hangi yöne doğru evrileceğini de belirlemiş oldu. Libya’da Muammer Kaddafi, Suriye’de Beşşar Esad kendilerine o mukadder soruyu sorup “İdam edileceğime direneyim” kararını vermekte zorlanmadı.

Bir yanlış adım ‘Arap Baharı’ denilen hayırlı gelişmenin hızını kesti, kanlı hale gelmesine yol açtı.

İlk bakışta ‘devr-i sâbık yaratmamak’ yöntemi rahatsız edici görünebilir; geçmiş dönemin yanlışlarının hesabını görmek, sorumlularını en ağır cezalara çarptırmak yüreklerin yağını alır, ilkel ‘öç duygusu’nu tatmin eder... Ancak siyasette en akıllıca yöntem ‘devr-i sabık yaratmama’ kararlılığıdır.

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişte Büyük İhtilâl (1789) yüzünden Fransa’da yaşanan türden kan davalarının araya girmemesini o yönteme borçluyuz: Son Osmanlı Padişahı Vahdettin bir gemiye binerek ülkeyi terk etti; Halife Abdülmecid Efendi ise, Halifeliğin ilga edilmesi sonrası, ailesi fertleriyle birlikte ülkeden ayrıldı. Ne padişahı geri getirip yargılamak, ne de halifeyi göndermeyip hakim önüne çıkarmak istedi Cumhuriyet...

Cumhuriyet biraz da bu sebeple güçlendi, serpildi...

‘Arap Baharı’nın başarıya ulaşmasını isteyenler araya kan davası sokma aklını verenlerin peşine düşmemeli. Bir eski lideri idamla yargılamak, diğer bütün liderleri ne pahasına olursa olsun koltuğuna sıkı sıkıya bağlanmaya, bu da gereksiz yere kan dökülmesine sebep oluyor çünkü...

Bu soruna akılcı bir çözüm bulamazsa Araplar, ‘bahar’ hep kış gibi geçecektir.