İki gündür sürdürdüğüm Japonya değerlendirmelerimi, iki önemli şahsiyetin görüşleri ile noktalıyorum. Birincisi olan Prof. Dr. Nevzat Tarhan, meselenin uzmanı olarak diyor ki: "1985 Sovyetlerin Çernobil Nükleer Krizi toplumda güven bunalımına neden olduğunu ve soğuk savaşın bitişini hızlandırdığını biliyoruz. 11 Mart 2011 Fukuşima Nükleer Krizi Japonlar için aynı etkiyi yapma kapasitesine sahiptir... Japonlar varoluş krizini fazlası ile yaşayacaklar. Japonlar İmparatorlarını Tanrı gibi gördüklerinden onun sesini 1945 Hiroşima'dan beri duymamışlardı. Tanrısal statünün bozulması Japon inanç sisteminin çöküşü demektir. Japonya'da Hiroşima tecrübesi nedeniyle nükleer bombalara aşırı psikolojik hassasiyetleri vardı. Son tsunami değil nükleer tehlike Japon toplumunda uzun süreli post travma etkisi yaşatacak gibi gözüküyor.../ İnanç sisteminin teselli etme gücü son Japon Çernobil'i olan Fukuşima'da yetersiz kaldı..." Prof. Tarhan'ın değerlendirmeleri böyle ama son bölümü daha da ilginç: "Japonlar... Tam 100 yıl önce Osmanlı'dan din arayışı içinde yardım istemişlerdi. Giden heyet ehil olmadığı, hatta kötü niyetli olduğu için..."
İkinci şahsiyet Sultan Abdülhamit Han. Önce minik bir bilgi. Japon Prensi Osmanlı sistemini ve İslam dinini incelemek için ziyarete geliyor, Sultan Abdülhamit özellikle ilgileniyor. 1944'de 90 yaşlarında vefat eden Kazan Türkü Abdürreşit İbrahim'in mektubu hakkında Sultan Abdülhamit Han'ın düşüncelerini yine onun ağzından okuyalım. Meseleyi Fethi Okyar naklediyor: "Şimdi size hicran olmuş bir hatıramdan bahsetmenin sırasıdır beyefendi oğlum... Japon İmparatorluk ailesine mensup bir Prens, beni ziyarete geldi. İmparatorundan hususi bir mektup getiriyordu. Benden, İslam dininin muhtevasını, iman esaslarını, gayesini, ibadet kaidelerini izah edecek kudrette bir dini-ilmi heyet istiyordu. Bunun sebebi vardı. Orada İslamiyet'i yaymayı mukaddes vazife sayan Abdürreşit İbrahim isimli, aslı Kazanlı olan bir Müslüman âliminden mektup almış, Japonya'daki İslami tamim hareketine yardımcı olmam istenmişti. İslam âleminin Halifesi idim. Bir taraftan daima iftihar ettiğim ve hizmetkârı olmaya çalıştığım bu âli vazife, diğer taraftan ruhumda bu mahiyette şerefli hizmete duyduğum hasretle, mümkün olan her şeyi yaptım, fakat bu yardımım daha çok maddi sahada kaldı. Çünkü Abdürreşit İbrahim Efendi, bizim din adamlarımızdan başka hüviyet içinde idi. Türkçe, Arapça, Farsça'dan başka Rusça, Japonca biliyordu. Avrupa'yı baştan aşağı dolaşmıştı; Çin'i bile görmüştü. Kırk yaşından sonra Fransızca ve Latinceyi de öğrendiğini yazmıştı. Japonya'da Şinto dininin değişen şartlar içinde Japon münevverlerini tatmin etmediğini, mantık, akıl, ilim, ruh birliği ve cihanşümul (evrensel) felsefeyi temsil edecek bir dini-manevi hareketin, Japon milletince benimseneceğini, İslamiyet'in de aslında bütün bu vasıfları ihtiva ettiğini, sadece hakikatleri izah edecek kudret ve ilmi-manevi kifayette şahsiyetlere ihtiyaç olduğunu yazmıştı. Japon imparatorundan, ailesinden bir Prensin ziyareti ile böyle bir mektup da alınca, mevcudun ehemmiyeti hadise olarak önümde idi. Fakat bizdeki din adamlarının ilmi ve manevi seviyelerini çok iyi biliyordum; Pederim merhum Sultan Abdülmecid'in büyük ümitlerle genişlettiği Tıbbiye için Avrupa'dan getirttiği ecnebi muallimlerden ders alanların kâfir olacağını söyleyen ulema benim saltanatımda da yerindeydi... Bu mekteplerde okumanın selabet-i diniyeyi zedelediği hâlâ telkin ediliyor. Düşündüm ki, Japon İmparatoru'nun istediği Müslüman din âlimleri kendi ülkemizde olsa, Japonlardan evvel kendi milletimin ve İslam âleminin istifadesini temin ederdim... Şöhret yapmış ilmiye mensuplarını tanıyordum. İçlerinde şahsen hürmete şayan çok şahsiyet vardı. Ekseriyetle de şahsen faziletli idiler. Fakat ilmi kudretleri, cihanı telakki tarzları, bu kadar büyük ve İslamiyet'in mukadderatı üzerinde tesir yapacak mevzuu ele almaya, neticelendirmeye müsait değildi... Fakat Japon İmparatoru'nun istediği Müslüman din âlimlerini yetiştirecek feyyaz membalar da artık mevcut değildi. Medreselerimiz birer ilim-irfan kaynağı olmaktan mahrumdu..." Böyle diyor ve ekliyor Sultan Abdülhamit Han: "Bu gibi işlerin muayyen başlama devri ve zamanı var. Saltanat müddetim sırasında en çok hatırladığım hakikatlerden birisi, demir tavında dövülür darb-ı meselemiz olmuştur."
Sonuç: Evet, nükleer krizin ardından, Japonya varoluş bunalımı ile inanç krizine girmekte ve çözüm yolu gösterecek ilim ile sistem/düzen bilen alimlerimizi beklemekte... Türkiye ve Japonya için "Bu gibi işlerin muayyen başlama devri ve zamanı" gelmedi mi?!.