İşyerimiz Zeytinburnu İHL ile komşu sayılır. Yakınımızdaki en yakın mescit ya da camilerden birisi İHL binasının altında olduğu için Cuma namazını bazen orada kılarız. Çoğunlukla İHL son sınıf öğrencisi gençler hutbe okur, namaz kıldırır.
Onlardan bazıları çok heyecanlanır, sesleri titrer. Onlar hutbe okurken dilleri sürçmesin, takılıp mahcup olmasınlar diye dua ederim içimden. Kendimi onların yerinde düşünürüm. 35 yıl önce onlar gibi yaşadığım heyecanı hatırlarım.
Geçtiğimiz Cuma namazını yine İHL Mescidi’nde kılmak nasip oldu. Hutbeyi okuyacak genci iyi görebileceğim bir yere oturdum. Gencimizin beli bir miktar bükük görünüyordu. İç ezan okunurken başını öne eğmişti. Sanki heyecandan başını kaldırıp karşıya, cemaate bakamıyordu. O beklerken bir öğrenci minberin ilk basamaklarında bekliyordu. Böylesini ilk defa görüyordum. İkinci gencin varlığını, “Hutbeyi okuyacak gencimiz çok heyecanlı olduğundan, elindeki kâğıdı düşürmesi durumunda kendisine yardım için bekleyen birisi olmalı” diye yorumladım.
Genç hocamız duaları ve hutbeyi okumak üzere ayağa kalkarken diğer öğrenci de kalkıp mikrofonu ayarladı. İkinci öğrencinin elinde bir dosya içinde okunacak hutbe vardı.
Genç hocamız duaları okumaya başladı. Bazı kısımlarını çok rahat okumakla birlikte bazı kısımlarında takılıp kalacakmış gibi yavaşlıyor, silik okuyordu. Türkçe metin kısmına geçildi. Orada da bazı cümleler çok net ve anlaşılır olmakla beraber bazı cümleler zayıftı.
Minberle aramda epeyce mesafe vardı. Başımı kaldırıp dikkatle baktığımda bir gerçeği yeni fark edebildim: Genç imamımızın gözleri görmüyordu. O bir âmâ idi.
Tüylerim diken diken oldu. Gözlerim doldu. Onun yer yer titrek, yer yer kararlı her kelimesi beynime, gönlüme nakşolmaya başladı.
Hutbede iman, İslam ve ihsan kavramlarının izah edildiği Cibril Hadisi’ne de atıf yapıldı. İnsanın Allah’ı görüyormuşçasına ibadet yapmasının önemi vurgulanıyor, “Biz O’nu görmesek de O bizi görüyor” hatırlatması yapılıyordu.
Gözlerim dolu dolu genç hocamızı dinlerken, yardımcı öğrenci metin bittikçe kağıt değiştiriyordu. Zira hocamız kabartma yazıdan okuyordu hutbeyi ve normal metnin bir sayfası orada birkaç sayfa yer tutuyordu.
“İnsanın iyi olması için gözlerinin görmesi şart değildir” diye bir cümle duydum, ya da bana öyle geldi, öyle anladım. Gözleri görmeyen hocamızın bu cümlesi de mıh gibi çakıldı zihnime.
Efendimiz s.a.s’in ashabından Abdullah İbn-i Ummi Mektum r.a’ı düşündüm. Onun da gözleri görmüyordu ama ezan okuyordu, müezzinlik yapıyordu. Abese suresinin ilk 16 ayetinin inmesine vesile olmuştu.
Hz. Peygamber'in s.a.s, Abdullah İbn-i Ummi Mektum'a şöyle bir ikramı vardır: Birisi Mekke'nin fethinde olmak üzere, on defadan fazla Medine'den ayrıldıkları zaman yerine onu bırakmıştır.
“Mü’minlerden özürsüz olarak (izin alarak cihada çıkmayıp evlerinde) oturanlarla, malları ve canlarıyla Allah yolunda savaşanlar bir değildir. Allah mallarıyla ve canlarıyla savaşanları, derece bakımından oturan (savaştan geri kalan)lardan (kat kat) üstün kıldı. Bununla birlikte Allah, her birine de (sâlih kullar olmaları dolayısıyla) en güzel (şey olan cennet)i vaadetmiştir. Allah savaşanları, oturan (savaşmayan)lardan büyük bir mükâfat ile üstün kıldı. (Onlara) kendi katından hem dereceler, hem de bağışlanma ve rahmet vardır. Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.” (Nisa; 4/95, 96)
Allahu Tealâ, Abdullah İbn-i Ummi Mektum’u ve onun gibi engellileri yukardaki ayet-i kerime ile cihâddan muaf tutulmasına rağmen, onun coşkun gönlü oturanlarla kalmaya razı olmayıp Allah yolunda cihâda karar verdi.
O günden itibaren hiçbir gazadan geri kalmayı istemeyip vazifesinin savaş alanlarında olduğuna karar verdi. O şöyle diyordu: “Beni saflar arasında durdurunuz ve sancağı veriniz, onu sizin için taşıyıp muhafaza edeyim... Nasıl olsa, ben kaçmaya gücü olmayan bir âmâyım.”
Hicretin 14. yılında Ömer İbnu'l-Hattab, İranlılar'ın saltanatlarına son veren bir savaşa girmek istedi. Yetkili memurlarına şöyle yazdı; “Silâhı, atı, yiğitliği veya görüşü olan herkesi bana gönderiniz, acele ediniz.”
Müslüman toplulukları Hz. Ömer r.a’ın çağrısına cevap vermeye ve her taraftan Medine'ye gelmeye başladılar. Bunların arasında görme duyusundan mahrum olan mücâhid Abdullah İbn-i Ummi Mektum da vardı.
Hz. Ömer r.a, büyük ordunun başına Sa'd İbn Ebî Vakkas'ı görevlendirdi. Ona bazı tavsiyelerde bulundu ve uğurladı.
Ordu Kadisiyye'ye vardığında, Abdullah İbn-i Ummi Mektum zırhını kuşandı ve diğer hazırlıklarını tamamlayıp meydana atıldı. Müslümanların sancağını taşımak, korumak veya onun önünde ölmek için kendini tehlikeye atmıştı.
Müslümanlar fetihler tarihinin bir benzerine şahit olmadığı şekilde, zorlu ve sıkıntılı olarak üç gün savaştılar. Nihayet üçüncü gün kesin zaferin Müslümanlara ait olduğu belli oldu. En büyük devletlerden birisi yıkılmış, en eski tahtlardan birisi de yok olmuştu...
Putçuluk toprağında tevhîd sancağı yükselmişti. Bu kesin zaferin bedeli yüzlerce şehid olmuştu. Bu şehitlerin arasında Abdullah İbn-i Ummi Mektum da vardı... O, kanlar içinde Müslümanların sancağını kucaklamış ve yere yıkılmış bir halde bulundu.
…
Genç imamımıza ve arkadaşlarına iyilik yolunda bereketli ömürler dilerim.
recep.kocakk@gmail.com