Türkiye’de devlet tarafından tutulan her işe şüpheyle bakılmasının temel bir gerekçesi var. O da Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren, hatta Osmanlı’nın duraklama döneminden itibaren, devletin gerekçesiz kararlarla yönetilmesi. Önüne, arkasına bakmadan, sebepleri sonuçları araştırılmadan, planı projesi yapılmadan önce icra yerine getirilir. Sonra bu icraya “mazeret” olarak gerekçeler üretilir. Gelenek olarak katı otoritenin hakim olduğu ve herkesin tek adamın ağzından çıkacak söze baktığı toplumların idaresinde kaçınılmaz bir gerçektir bu.
Önce asarsın, sonra yargılarsın. Hatta etmişsen özür dilersin, aradan yıllar geçtikten sonra da iadeyi itibar edersin, dün vatan haini ilan ettiğini, konjektür gereği bugün kahraman ilan edersin. 1980’li yıllara kadar bu şekilde yönetildi memleket. Hala da bu uygulamanın devam ettiği durumlar var. Örnek mi, Anayasa Mahkemesi kararları. Önce partiyi kapatıyor, vicdanları sızlatıyor, gerekçeli kararını aylar sonra açıklayabiliyor. Var mı böyle bir şey? Hukuk sistemi içinde böyle bur uygulama var diyebilirsiniz. Peki Hakka ve adalete uygun mu? İdam ettiğiniz kişi niçin idam edildiğini bilmeden ölüyor. İnfaz ettiğiniz kurum, bu infazın gerekçelerinden tatmin olmuyor.
Minareyi çalan kılıfını hazırlar. Önce minareyi çalarsın, daha sonra bu çalma eylemine kılıf hazırlarsın. Daha önce vatandaşın gözü önünde yapılmayan, 1980 yıllarda ayyuka çıkan yolsuzluklar ve özellikle KİT’lerin yağmalanmasında bu yönteme başvuruldu. TBMM KİT Komisyonundaki çalışmalara ön hazırlık yaptığım dönemde çok yakından şahit olduğum bir durumdu bu. Okuduğum bütün Yüksek Denetleme Kurulu raporlarında “minarenin çalındığı”, “devenin hamuduyla götürüldüğü” açık açık yazıyordu. Ama yapılan her işlem, kılıfına, kitabına uydurulmuştu. Bürokrasi müthiş bir ustalıkla, minarenin çalındığını da, kılıfının hazırlandığını da kayıt altına almıştı fakat ortada bir suç unsuru bulunamıyordu. Çünkü suç dosyası açıldığında, suçun büyük ölçüde, dönemin siyasi iradesinden kaynaklandığı ortaya çıkıyordu. Hal böyle olunca, KİT’lerde yapılan bütün yolsuzluklar ak-ı pak edilip dosyalar arşive kaldırılıyordu.
Göç kervanı, göç yolunda düzülür. Rahmetli Turgut Özal’ın Anavatan Partisi, geçtiğimiz Pazar günü DP’ye ilhak olarak mevta oldu, biliyorsunuz. Özal Döneminde, minareyi çalan kılıfını hazırlar sürecinden, göç kervanı göç yolunda düzülür sürecini geçiş yaşadık. Bir yandan da devletin muhkim kaleleri “Önce as, sonra yargıla.” felsefesini devam ettirdiler. Kendisini Adnan Menderes-Turgut Özal çizgisinde, “muhafazakar demokrat” olarak tanımlayan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’la “Göç kervanı, göç yolunda düzülür.” anlayışı zirve yaptı. Recep Tayyip Erdoğan için vazgeçilmez bir yaşam felsefesi olan bu tavır, doğal olarak AK Partinin uygulamalarına da yansıdı. (Ayrı bir yazı konusu ama burada şu vurguyu yapmakta gerekir, AK Parti; Demokrat Parti ve Anavatan Partisinden tamamen farklı bir partidir ve aslında sosyal demokrat bir partidir.) Başbakan Erdoğan, taa İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı döneminden itibaren, bütün eylemlerini “göç kervanı…” felsefesi üzerine oturttu. AK Parti döneminde ise gelişen her konu hakkında anlık kamuoyu yoklamaları yaptırarak, biraz daha bilimsel bir yöntemle göç kervanına yol verdi. Ve “önce as, sonra yargıla.” Felsefesinin yılmaz savunucuları olan, biz yoksak devlet de yok anlayışını benimseyen güç odaklarıyla da savaşmayı göze aldı. Halen bu savaş devam ediyor.
Son olarak 28 Şubat sürecinde yaşanan yargısız infazlar, toplumun da bu yöntemlere ne denli bağışıklık kazandığını gösterdi. Ancak AK Parti bizi farklı bir uygulamaya alıştırdığı için, her şeyden önemlisi güçlü bir iktidar görüntüsü verdiği için, bu bağışıklığımızı sorgulamaya başladık. Yılların alışkanlığı tabi, halen de toplumun yüzde 50’ye yakın bir kesimi, “Önce as, sonra yargıla.”, “Minareyi çal, kılıfına uydur.” anlayışının tesiri altında. Ergenekon da bu uygulamanın operasyonel koluydu, biliyorsunuz.
Sözü nereye getireceğim. AK Parti, göç kervanını göç yolunda düzüyordu. Hatta “bizimle” yani milletle birlikte kervanı yoluna koyuyordu. Bu nedenle, AK Partinin uygulamalarından toplumun geniş bir kesimi rahatsızlık duymuyordu. Oy vermeyen de oy vermiyordu, desteklemeyen de desteklemiyordu ancak yiğidi öldür, hakkını yeme, doğru icraatları da var, diyordu.
Adına ister demokratik açılım deyin, ki adı doğrudan doğruya Kürt Açılımıdır. Hatta PKK Açılımıdır. Çünkü Kürt vatandaşlarımızın önemli bir kısmı da bu açılımdan rahatsız oldu. Çünkü olay, Marksist-Leninst-Ateist, eli kana ve uyuşturucuya bulaşmış ayrılıkçı bir terör örgütünün talepleri, Hükümet tarafından yerine getiriliyormuş gibi görülmeye başlandı. Çünkü Beşir Atalay’ın sivil toplum kuruluşlarını ziyaretlerine rağmen, olay kamuoyuna doğru anlatılamadı. En önemlisi, beraberce yol verilecek göç kervanında, aslında minarenin çalındığı, kılıfının hazırlanmaya başladığı intibaı uyandı.
Bugün gelinen noktada, görüntü şudur: Türkiye, ABD, Kuzey Irak’taki Kürt Yönetimi, -doğrudan Türkiye’yle muhatap olmasa bile- PKK bir araya geldi ve ABD, Irak’tan çekilmeden önce bu işin tasfiyesine karar verildi. Tasfiyenin yol ve yöntemleri hakkındaki görüşmeler devam etse de, biz artık bir şeyi biliyoruz ki bu açılımın sonunda, PKK silahlı bir terör örgütü olarak Kuzey Irak’ta ve Türkiye’de faaliyet gösteremeyecek. Silahları bıraktığı zaman faaliyeti bitecek mi ya da örgütün tamamı silah bırakacak mı, o da netlik kazanmış değil.
Sonuçta “Minare çalındı, kılıfı hazırlanıyor.”, sağır sultan bile bunun farkında. Türk Milletini benimseyemediği şey budur. Meseleyi kamuoyuna mal etmeden, hem ABD hem de Türkiye tarafı müthiş bir panik ve acelecilik içinde olayın üstüne gitti. Yılların kanayan yarası bir hamlede kapanır, sanıldı. Örgüt mensuplarının Türkiye’ye giriş görüntülerinde bu durum hepten açığa çıktı.
Devletlerin menfaatleri, dönem dönem ortak paydada bir araya gelebilir. Çözümün sebepleri ne olursa olsun, Türkiye’nin bu terör belasından kurtulmasını Başbakan’ın deyimiyle gözü yaşlı Türk annesi de, Kürt annesi de isteyecektir. (Sonuçları ne olacak, o da ayrı bir yazı konusu.)
O halde AK Partinin söylemesi gereken şudur: Sebepler ne olursa olsun, PKK’nin tasfiyesi devlet ve millet menfaatine bir durumdur. Lütfen, bize bu konuda yardımcı olun. Çünkü bu uluslar arası bir meseledir. Devlet olarak da Millet olarak da bu meselenin çözümünde dik duruş gösterip ayakta kalmamız gerekiyor.