Acaba korktum da ne yaptım?
Tayyip Erdoğan ve eşinin de çok zarif bir dostlukla onurlandırdıkları kızımın düğünü üzerinden bir hafta ya geçmiş, ya geçmemiş... NTV’de ‘Yazı İşleri’ programına katılmışım... Programcı, “Yeni seçilmiş Barack Obama ülkesi ve dünya için ne anlama geliyor?” diye sormuş; ben de cevabımın bir yerinde “Tayyip Erdoğan Türkiye için Obama’nın ABD’de başkan olmasına eşdeğerde bir gelişimin sonucu olarak ve büyük bir zaferle başbakanlığı elde etmişti; Türkiye Obama’sıyla ABD’den önce tanıştı” demişim...
Aynı günlerde PKK’yla sıcak mücadelenin en uç noktasına varıldığı için “Kürt sorunu ne oldu?” sorusuna muhatap edilmişim; ben de Bush’un Irak’ta ve Afganistan’da başarısızlığına işaret edip “Türkiye 2008 yılına geldiğinde biraz Bush’u andıran bir yönetim anlayışı içinde sorunlara yaklaşıyormuş gibi görünüyor” demişim...
Programcı “Yani, Obama gibi geldi, Bush gibi mi oldu?” sorusunu patlatınca sessiz kalmış veya en çok “Bir bakıma öyle...” demişim...
Korkmam gereken şey bundan sonra başlıyor: Benim cevaplarım değil, ama meslektaşın sorusu sonradan kaba bir slogana dönüştürülünce, Başbakan Erdoğan, içinde “Sevsinler seni, yazıktır, yazık” çıkışı da bulunan “Ben ne Obama’yım, ne de Bush” cevabını verdi partisinin İstanbul’da düzenlediği bir toplantıda...
Cevap kulağıma geldiğinde içimde “Beni ne kadar yanlış anlamış” hissi belirdi, ama ‘korku’?
Hayır, ne o zaman korktum, ne de bugün korkuyorum. Birkaç kez işsiz kaldım hayatımda, birkaç kez de kendim işten ayrıldım, ama hiçbir zaman ‘maişet korkusu’ yaşamadım. Dahası, Tayyip Erdoğan’ın -bırakın yıllar içinde iyi tanımış olması gereken beni- medyadan herhangi bir kişiyi işinden edecek girişimlerde bulunacağına o günlerde inanmadığım gibi bugün de inanmıyorum...
‘Zılgıt verme’ olarak da görmedim cevabını; “Gazetecinin makbulü, yanağında dudak izi değil tokat izi bulunandır...” sözünün gerçekliğine inanırım çünkü...
Geçen hafta yazdığım ‘korku’ yazılarımda da açıkça ifade ettim: Gazeteci korkmaz; hele ‘büyük gazeteci’ ise hiç korkmaz. Gazetecilik yan gelip yatma veya korkup sinme mesleği değil, yanlış gördüğüne itiraz ve mücadele etme mesleğidir.
Mesleğe böyle yaklaşmazsanız en tepelere çıksanız, Karun hazinelerine sahip olsanız mukadder son kaçınılmazdır: Rezil olursunuz...
“Hayır, rezil olmuyoruz, tersine gazetenin ‘4 Yüz’ günü 15 bin daha fazla satmasını sağlıyoruz” dedi içlerinden biri bana.
Bu anlayış karşısında pes ettim; kafamda şapka olsaydı onu da çıkartırdım bu anlayışa...
Gazetecilik mesafeli olma mesleğidir. Kimlerle düşüp kalktığınıza, yollara düştüğünüze, kimden bir kutu lokum hediyesi kabul ettiğinize bile dikkat edeceksiniz; aksi halde mesleğinizi doğru düzgün yapamaz olursunuz.
Tabii bizde daha çok tersi oluyor; önemli insanlar, kimseye verilecek hesabı bulunmayan siyasiler, dürüst bürokratlar, düzgün işadamları gazetecilerle aralarına mesafe koyuyorlar. Herbirinin farklı gerekçeleri olabilir, ama normal tepkileri ilişkisizlik oluyor.
Şimdiye kadarki meslek hayatımda kişisel dostluklarımı kendi çıkarım için kullanmaktan hep kaçtım, kaçındım. ‘Haksız rekabet’ haline düşmemek için direndim. Yakınında durduğum politikacılar şimdi olduğu gibi eskiden de vardı; hiçbir dönemde “Yakınlığını istismar ediyor” dedirtmedim. Varlığımdan rahatsızlık duyan politikacılar dönemleri de yaşandı bu ülkede; kendilerine “Yerime sizi seven şu arkadaşımı tercih edin, ama gazetemi dışlamayın” teklifini bizzat ben yaptım.
Kalemi dik tutmanın tek geçerli yolunun ‘duruş’ olduğuna inanıyorum; yoksa korkunun ecele faydası yoktur. Tersine, korkarsanız, sizi içten içe çürüten, kendinizden nefret etmenize yol açan, tanıyan insanların ‘alçalma’ olarak görecekleri yanlışlıklara saplanırsınız...
Her gün korkuyla yatağa da girilmez, yazı masası başına da oturulmaz.
Yine de itiraf ederim: Ben de medyada çeteleşmiş tiplerin şerrinden korkuyorum...