Uzun zamandır İstanbul Sözleşmesi’nin feshinin doğru olup olmadığı tartışılıyor. Muhafazakarların gayet memnun olduğu, liberallerin ise inanılmaz rahatsız olduğu bir karar oldu bu. Muhafazakarlar “büyük bir hatadan dönüldü”, liberaller de “kadın cinayetlerine yol verildi, kadınlarımızı kapatacaklar, çok eşliliği geri getirecekler” söylemlerine varan ekstrem noktalarda geziniyorlar. Aslında bizim gibi oldukça duygusal ve fazlasıyla sıcakkanlı bir toplum için böyle uçlarda yorumlar duymak normal. Ama gelin biz soğukkanlılıkla bu duruma bir göz atalım.
Türkiye’nin böyle bağlayıcı Avrupa kökenli yasalara imza koymasına hep karşı çıkmışımdır. Çünkü her torba yasada olduğu gibi İstanbul Sözleşmesi’nin içinde de bizlere birçok açıdan “mantıklı” gelen ögeler olmakla birlikte araya sıkıştırılmış “muzır” içerikler de var. Avrupa toplumları için hazırlanmış bu yasanın bizim toplumumuza uygunluğu konusunda ciddi şüphelerim var. Sözleşmede Avrupa toplumunun ekseriyetinin zaten alışmış olduğu, hicab veya tuhaflık hissetmedikleri, artık çok geç olduğu için isteseler de değiştiremeyecekleri, yani artık norm olmuş şeyler kağıda dökülmüş.
Türk erkeklerinin ekseriyeti ise maço, kıskanç ve asabi olduğu için kadın cinayetleri ne yazık ki bu toplumun her zaman bir parçası oldu. Elbetteki bu bir mazeret değil. Ama kocaya kaçtığı için hem kızını hem de damadını katledenler veya karısı kendisini terketti diye hem eşini hem de eşinin ailesini öldürenler bizim insanlarımız. Erkeklerimiz sadece kadınlara değil, hemcinslerine de gaddar olabiliyor. Erkeklerimizin nasıl gözünün dönebildiğine dair birkaç zirve örnek vereyim:
- ABD’de yaşayan bir Türk vatandaşımız, New York Manhattan’da, güpegündüz, kendisinden ayrılmak isteyen sevgilisinin işyerine gidiyor, hem sevgilisini ve hemde sevgilisiyle ilişkisi olduğunu düşündüğü adamı kurşunlayarak öldürüyor. Trajikomik hadise bununla da sınırlı değil çünkü katilimiz aynı zamanda evli!
- Antalya’da birisi ihtilafa düştüğü öz kardeşini pompalı tüfekle öldürüyor. Sebebi yine trajikomik. İki kardeş hazine arazisini çevirip içine zeytin ağaçları dikiyorlar. Daha sonra kendilerinin bile olmayan bu arazi üzerine ihtilafa düşüyorlar. Birbirlerine kızıp birbirlerinin ağaçlarını kesiyorlar. En sonunda bir kardeş diğerini balta ile kovalıyor ve kovalanan kardeş arabasından pompalı tüfeği çekip kardeşini öldürüyor.
Kanaatime göre kadın cinayetleri için yeni bir yasa çıkarmanın bir gereği yok. Neticede cinayet cinayettir ve yasalarda cezası bellidir. Elbetteki kadın cinayetleri önlenmelidir. O yüzden hayatından endişelenen kadınlara koruma verilmesi ve onları tehdit eden erkeklerin takibe alınması gerekiyor. Kadına şiddete karşı alınabilecek önlemler konusuna değinmiştim geçen sene yazdığım bir yazımda. https://www.habername.com/yazi-terkedilmis-koca-siddeti-12571.htm
İşbu sebeplerle bu sözleşmenin asıl amacının kadınları şiddetten korumak değil, LGBT ve ideolojilerinin resmen tanınmasını sağlamak olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu sözleşmeye göre cinsiyet tanımı artık kalkacak. Üçüncü cinsi resmen tanımak ve onlara adil olmak bahanesiyle erkeğe erkek ve kadına kadın demek ortadan kalkacak. Çocuklar cinsiyetlerini kendileri belirleyecek. Bir erkeğin başka bir erkekle, bir kadının diğer bir kadınla evlenebilmesinin yolu açılacak. Nitekim bu tehlikenin farkına varan İngiltere, Bulgaristan, Slovakya, Ermenistan, Polonya, Macaristan gibi 11 Avrupa ülkesi sözleşmeye imza atmış olmalarına rağmen meclisten geçirmemişler ve dolayısıyla yürürlüğe sokmamışlar.
Amerikalıların iki güzel atasözü var: “That ship has sailed” ve “Misery loves company”. Yani “O gemi çoktan kalktı” ve “Sefalete yoldaş gerek”. Avrupa’da erkek erkekle, kadın kadınla evlenebiliyor. Eşcinsel olan çocuğuna baba ve annesi “aferin” diyecek kıvama gelmiş. Eminim bazılarının içleri kan ağlıyordur ama o gemi çoktan ayrılmış limandan. “Madem biz ahlaki sefaletteyiz, bize yoldaş lazım” diyerek bizi de yanlarında istiyorlar. Biz de zaten Avrupa meraklısı olduğumuz için işleri zor değil.
Bu yeni kanunların çıkmasında tüm dünyada güçlenen, etkinleşen ve büyük sermaye sahibi LGBT kimliğini sahiplenmiş kişi, kurum ve lobiler çok etkili oluyor. Nitekim ülkemizde son yaşanan protestolarda LGBT üyelerinin ön saflarda olması ve çok büyük paralar harcamaları da bunun bir göstergesi.
Peki biz bu sözleşmeden çekilerek kurtulduk mu? Elbetteki hayır. Amerika’da 1960’lara dek bir hastalık olarak görünen eşcinsellik son 20-30 yıldır karnavallarla kutlanan bir övünç kaynağı haline geldi. Artık Türk dizi ve filmlerinde bile eşcinselliği ön plana çıkaran ve hatta öven sahneler var. Yani zaman hızla değişiyor ve onların lehine işliyor gibi görünüyor. Bu sözleşmeden geri çekilmekle sadece bizim gibi İslami bir toplumun bunları normalleştirmesine ve resmileştirmesine mani olmuş olduk, en azından şimdilik.
Peki LGBT’ye hayat hakkı tanımayalım mı? Elbetteki hayır; yaşam hakkı temel özgürlüktür. Kimsenin onları inkar etmeye hakkı yok çünkü aramızdalar ve onların da en az bizler kadar yaşama hakkı var. Ama eskiden olduğu gibi ne biz onlara karışalım ne de onlar bize. LGBT dernekleri ideolojilerini ve kimliklerini dayatmasınlar toplumumuza ve özellikle çocuklarımıza. Çünkü çocuklarımızı, dolayısıyla en kutsalımız ve yapı taşımız olan ailelerimizi korumak en birinci ve asli görevimiz. Bizler de onları hor görmeyelim ve aşağılamayalım.