İstanbul Günlüğü

Mihman Kelimeler

 

    Osmanlı  Şehirleri  Gezi   Günlüğü

   Osmanlı’yı anlamak ve yaşamak pek tabî bizden önce yaşamış aziz ecdâdımızın izinden yürümek ve onların ruh kattığı mekânlara ziyâret ile mümkündür. Bu his ve duyarlılıkla sırasıyla İstanbul, Edirne, Çanakkale ve Bursa’yı gezme fırsatı bulmuş oldum.

    Hemhâl olduğumuz dostlarımızla  o şehirleri, o mimariyi görmek, geçmiş yıllara göz ucuyla bakarken ecdâdın soluduğu havadan teneffüs ederek onların hâliyle hallenmeye iştiyakla gayret gösterdik. Aldığımız onlarca dersten , bir lahza dem vurduğumuz mâzimizden, şu anda bulunduğumuz hâlimizden  paylar çıkartarak istikbâlimize dair iç muhakemesinde kendimizi sorguladık.  Bir  tarih geçti gönlümüzden, bu gezide bakalım neler gördük:

 

Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar;

Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.

İçimde tüten bir şey; hava, renk, eda, iklim;

O benim, zaman, mekan aşıp geçmiş sevgilim.

Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur;

Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur.

Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale,

Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misale                                                       

     Yoktur Necip Fazıl’ın İstanbul’unu bilmeyen veya kıyıda köşede kalmış bî-haberler vardır da İstanbul’u gezip görüp bu duyguların mısralara döküldüğünden haberdâr olmamışlardır. Dünya nizâmında tasvîri oldukça zor sayısız güzelliğin, medeniyetin, asaletin ve zerâfetin başkenti  İstanbul. Bu bilinç ile Osmanlı başkentleri ve Çanakkale’ye olan gezi günlüğümün ilk durağını oluşturmaktaydı İstanbul. Bir cuma akşamı düştük yollara yollara hesabı İstanbul yolcusuyduk. Gece yolculuğunun ardından sabahın nâdide ışıkları boğazın çivit mavisine vururken  gözümüz ve gönlümüz şen ve şâyândı. Sözü uzatmamak lazım İstanbul ayaklarımızın altındaydı. Eğer İstanbul’a ulaşmışsan durmayacaksın , ulaşamadınsa da kahrından yanmayacaksın maazallah kahır büyük olunca akıllara zarar!    İstanbul kazan biz kepçe misali iştiyakla bizi bekleyen güzellikleri bekliyorduk.

   İlk durağımız Aziz Mahmûd Hüdâi Çilehânesi’ydi. Devrin en yetkin makâmlarından kadılık unvanına sahip, onca mal ve mülkü intisâb ettiği Üftâde hazretlerinin yol göstericiliği ve kendi ilmi sayesinde terk eylemiş, pazarda sokak sokak dolaşarak ciğer satan bir ibret timsali Hüdâyi Hazretleri.  Hüdâyî dergâhında latîf Salât-ı Şerifeler ve Kur’an bölümleri okunan bir sabâhın ardından İstanbul’da güzel bir kahvaltı ettik. 

 

Vapur ile boğazın hırçın, nâzenin, insanı tazeleyen havasını teneffüs ederek karşı kıyıya geçtik. 

Topkapı Sarayı’nın yolunu tuttuk bizi ilk karşılayan Ayasofya’nın o manidâr bakışı oldu, daha sonra ziyâret etmek niyetiyle Topkapı’nın kapısından içeri girdik.

Büyük gayretler sonucu iç kısma yani enderûna ulaşabildik. Osmanlı şahsiyetini, yüceliğini ve latifliğini sarayın her noktasında hissetmek mümkündü. Osmanlı’ya ait esvaplardan , hazine servetine kadar her kısmı gezmeye çalıştık. Kutsal emânetler kısmı Hz. Muhammed ve yârânlarına ait şu anda ismini zikredemediğim olanca âlî ervâhlar için dualar ettik, Fâtihâlar  ruhlarına hediye eyledik, şefaatlerine mazhar olmayı bil cümle temenni ettik. Uzun ve yorucu bir saray gezisinin ardından  iyice acıkan karınlarımızı Sultanahmet meydanında köfte ekmek yiyerek  bastırdık. Demli çaylar ile içerisinde bulunduğumuz Ayasofya, Sultahahmet, İstanbul boğazı ve sayısız kültürel mirasın oluşturduğu kültür dairesinde  derin hayyelere ruhumuzu gark eyledik. Sultanahmet’teki öğle namazının ardından Ayasofya’ya girdik. Halihazırda müze olarak kullanılan Ayasofya’nın ihtişâmlı yapısı bizi ve görenleri etkilemeye haddinden fazla yetmişti.  “İstanbul’u fetheden hükümdâr ne kutlu hükümdâr” imiş sadâları kulaklarımızda yankılandı. Yapısı ferahlığı ve mimari estetiği bizi ve görenleri büyülemeye yetmişti Ayasofya’nın . Bizimle aynı duyguları paylaşan yerli ve yabancı turistlerle Türk misafirperverliğini en latîf şekilde paylaşmayı da ihmâl etmiyorduk. Farklı mülahazalar ve bilgi aktarımı gayet ziyâde idi. 

 

Akabinde esrârı ve mistik dokusuyla nam salmış Yerebatan Sarnıcı’na doğru gizemli bir yolculuğa çıktık. Sarnıç yerli yabancı herkese medeniyetin derinliklerinden gelen karanlıkları aydınlatırcasına kav’i ve mükemmel duruşunu sergiliyordu. Sarnıç içinde yankılanan ney sadâları da ruhumuza ruh katmış ferâh ve sükûn sağlamış, bizi rahatlatmıştı. Gönül diyordu ki taşı da toprağı da altın yerine yeri de göğüde cennet mübareğin.

Velhasılı pusulalar İstanbul Üniversitesi yerleşkesine yöneldi. Orada  Darülfünûn’unu temâşâ ettik.  Ayrıca buranın en etkileyici özelliği de bir eski Türk edebiyatçısı olarak  gezmeyi çok istediğim Sahaflar Çarşısı  yakınlarında olmasıydı. Güzel yazma eserlere ulaşma imkanım olmasa da temaşa imkanı bulmuştum. Hani Kemal Sunal’ın kokusuna ekmek bandığı kızarmış tavuklar misali yazmaları ayrıntılı inceleyemesem de görmüş oldum. Karınca misali en azından yolundan gitmiş oldum Sahaflar Çarşısı’nın.   Akabinde Süleymâniye’ye doğru süzüldük. “Süleymâniye’de Bayram Sabâhı” diyen Yahya Kemal’e telmih Süleymaniye Camii ve Süleymâniye Kütüphânesi arasında sükûn ederek tavşankanı çaylarımızı yudumladık. Süleymâniye Kütüphânesi’nde küçük bir gezinin ardından Süleymâniye Camii avlusundaydık.   İstanbul kapılarını açan Fâtih Sultan Mehmet Hân’ın mezarına biz geldik ey ûlu pâdişah . O hükümdâr,O pehlevân, O rikkât sahibi sendin demek diyerek ravzasında bulunmanın hazzını tattık. Ayrıca hem medeniyet, sanat ve edebiyât kokan şehirde Fatih Sultan Mehmet Hân’ın haziresinde Ahmet Mithat Efendi mezarını da görmüş olduk. 

Dolu bir günün ardında bir sonraki günü bekleyen havsalamızla akşam yemeğine geçtik. Yorgunluk ganî idi. Ama mutluyduk.

     İkinci gün sabahı sabır timsâli Eyüp Sultan’ın yamacındaydık. Sabah namazında…  Mahşeri bir kalabalık  camii avlusundan sokaklara taşmış  aynı hazla aynı temennilerle buluşmuş, namaza hazırdı. Eyüp Sultân Hazretleri’nin ruhlarına Fatihâlar okuduk.

Sonrasında keskin zekâsı, ileri görüşlülüğü ile topluma mâl olmuş Üstad Necip Fazıl’ın mezarına naçizâne ziyarette bulunduk.  Bir ruh bir deha  ve topluma mâl olmuş Necip Fazıl’a canlı olmasa da mezarında vâsıl olmak benim gibi bir Türk Edebiyatçısı için paha biçilemez bir onurdu.

Çamlıca Tepesi'nden İstanbul'un  mükemmel güzelliklerini bizim için sergilemesini bir fırsat bilerek bir bakış attık İstanbul Boğazı'na karşı.

Sonrasında   Türkiye’nin nâdide mimari güzelliklerinin asıllarına bağlı kalarak oluşturulmuş Minyatürk’ü hayret ve beğeniyle gezdik. Yüzölçümü olarak küçük bir alanda Türkiye’nin tarihî mekânlarının bir kompozisyon hâlinde sunulması bize  görmediğimiz yerlerin tanınması için büyük bir fırsat  sağlamıştı.  Ayrıca “Fetih 1453 Panorama”  fethi bir nebze olsun bize yaşatan eşsiz bir ustalıkla hazırlanmış 3 boyutlu bir platformdu. Her göreni etkileyen canlıya yakın, dokunsan tutulacak gibi insan figürleri ve uğraş kesitleri beğenimize mazhâr oldu.

Sonra ver elini Edirne hesâbı yollarımızı Edirne’ye çevirdik