Mühim bir hakkı teslim bâbında, Ruhullah Musevi Humeyni’nin, Ken’an diyarını istimlake azmetmiş ulusalcı laik ideoloji olan siyonizm ile, bir din olarak Musevilik’i dikkatli biçimde birbirinden ayıran dakik üslubunun, Müslüman zihindeki Yahudi karşıtı politik kültürü sorgulamaya çok yardımcı olduğuna mutlaka dikkat çekmeliyiz. Duygu dünyamızda Yahudi karşıtlığının serpilip yayılmasına konan bu dayanıklı barikatın, herşeyden çok mümin vicdanın ulusalcılıkla lekelenmekten masun kalmasına fayda sağladığını zaman göstermiştir.
İslam devriminin, o güne kadar alışılagelmiş Arap ulusalcı laikliğinin tarzından çok farklı bir Filistin meselesi vazetmesi, esas itibariyle, hem milliyetçilikler çağına maruz kalmış Filistin meselesindeki enfeksiyonu, hem kendisini siyonizmden ayırdığı halde gizli/açık hücumların mağduru olmaktan kurtulamayan Yahudilerin uğradığı haksızlığı, hem Müslüman zihnin kanseri anti-semitik marazı, hem de İslam’ın ulusallaşmasını ve Müslümanın ulusalcılaşmasını telafi eden berrak bir nefes oldu.
Bu soluklanma sayesindedir ki mesela Türkiye’de dindar çevrelerde sıklıkla karşılaştığımız “muharref Tevrat’tan katliam ayetleri” başlıklı edebiyat İran’da taraftar toplayacak elverişli araziyi hiç bulamadı. Zaten özenli bir bakış, “muharref Tevrat’tan katliam ayetleri” söyleminin aslında ne Hz. Peygamber zamanında, ne de sonrasında dinî kaynaklarda bahsi geçmeyen modern bir zuhurat olduğunu da farkedebilir (farketmeliydi!).
“Muharref Tevrat’tan katliam ayetleri”ni siyonizmin yayılmacılığına ve savaşlarına menba kabul eden mücadele hamaseti, siyonizm karşıtlığı ile anti-semitizm arasındaki bâriz sınırı alenen belirsizleştirmiş olmaktadır.
Öyle ya, eğer Museviliğin kutsal kitabı Yahudiler dışındaki milletlere karşı katliamı emrediyorsa aslında Filistin davasının, politik tezahürlerden önce siyonist ideolojiyle birlikte Musevilik dinini de hedef alması gerekecektir. Bununla da yetinmeyecek, siyonist olmayan Yahudilerin de dinleri itibariyle siyonist olanlarla aynı yolun yolcusu olduklarını ilan etmek zorunda kalacaktır. Bu durumda Filistin ve Kudüs davasının, esasında anti-semitik bir dava olduğunu itiraf etmekten gayri seçenek kalır mı geriye ve “Hayber Hayber ey Yahudi…” sloganına gizlenen niyetin siyonizmden daha çok Musevilikle bir derdi olduğunu iddia edenlere hak vermek gerekmez mi?
Müslümanların Hicret’in yedinci yılında, savaş halindeyken, Hayber’i konu alan bir siyasi meselede ve o tarihsel ana mahsus olmak üzere düşman güçlere karşı alınan bir önlem, aradan geçen 1400 yüz yıldan sonra nasıl oldu da anti-semitik hamasetin dayanağı yapılabildi? İlk Müslümanların aklından bile geçmeyen bu temellendirme, zamane Müslümanlarının akıl ve fikrinde hangi başkalaşmadan imbiklenerek bu şekle dönüşebildi?
Tutarlılık zincirlemesinin bizi getirip bıraktığı bu son nokta eğer ürkütücü görünüyorsa öyleyse hemen geriye doğru gidip hatalı halkaları zincirden çıkarmak gerekir.
Tevrat’tan derlenen kimi ayetlerin bağlamdan soyutlanmış zâhiri lafzına bakarak varılan ve klasik kaynaklarda görmediğimiz modern hüküm (muharref Tevrat’tan katliam ayetleri) bayrak yapıldığında, “müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün” ayetine terörün kaynağı olarak işaret eden Garbın âfâkına Kur’an’ın bağlamı ve okunma biçimi hususunda söylenecek sözlerin tamamının Tevrat’ın bu okunma biçimiyle de rahatlıkla ilişkilendirilebileceği akılların ucundan geçmemektedir.
Kabul etmekte zorluk çekilse de gerçek durum şudur ki siyonizm, ulusalcı laik bir ideoloji olarak Museviliği millileştirerek ve laikleştirerek amacına ulaşmaya çalışıyorken ve dinlerini korumaya ahdetmiş Yahudiler de bu elçabukluğunu teşhir için yoğun çaba sarfediyorken, siyonizm ile Museviliği zımnen aynı şey sayan bir kısım İslam dindarlığı, siyonizmin arayıp da bulamadığı imkanı, yani bu seküler ideolojiyi dinsel masuniyet sütresi gerisine gizlemenin sonsuz yararlarını ona altın tepside sunmuş olmaktadır.
Laik Arap ulusalcılığının sahasında neşvü nema bulan mücadele hareketlerinin anti-semitizme mecburiyetleri, tıpkı sol kültürde kabul görebilmek için “mazlum millet milliyetçiliği”ne başvurmaları gibi, sosyalist kimliklerinin Müslüman ahaliyle teması kaybetmelerine neden olmaması için vazgeçilmez yöntem olarak analiz edildi diye Müslüman zihnin de aynı bâtıl patikayı izlemek zorunda kalması mazur görülebilir mi?
Siyonizme karşı mücadele içinde doktrin bahsine dahil önemli soru şu olmalıdır: İslam’ın var olabilmek ve meşruiyetini tescil ettirebilmek için ontolojik “öteki”ye ihtiyacı var mıdır?
Küfür-iman diyalektiğinin ontolojik bir icap olduğunu düşünenler açısından Filistin davasının da meşruiyet için anti-semitizme muhtaç olduğu görülüyor. Ama tersinden bakıldığında, bu netice aynı zamanda arı-duru dinî düşüncenin hangi mecrada kendisini varetmesi gerektiğini de ortaya koyuyor.