Okuyacağınız iki hikâyeyi başka bir şey ararken buldum internet ortamında. Işığa kavuşmuş bir yüreğin candan sözleriydi ilk yazı.
Diğeri ise “Sütün tadını unuttuk” diyen bir çocuğun sarsıcı sorularını ihtiva ediyordu.
Kıyıda köşede kalmasına gönlüm razı olmadı bu yazıların. Yazarlarını şimdilik bilmiyorum. Ses verirlerse memnuniyetle ekleyeceğim imzalarını.
Yeni iyiliklere vesile olması ümidiyle;
…
Herkes bu kadar görüyor sanıyordum
Bir minik gözüm ben…Ve sitemim var diğer gözlere. Nerden bilebilirdim kırmızının bu kadar canlı, yıldızların yakın ve daha da önemlisi bünyemde barındırdığım mavi ve yeşilin mükemmel uyumunu. Düne kadar hiç kendimi görmemiştim ki ben. Aynalar bu kadar gösteriyor ve doğa bu kadar görmemize izin veriyor sanırdım. Öyle değilmiş işte…
Ve sitemim de bu yüzden. Kimse söylemedi bunu bana.
Desenize ben Ayşe öğretmene boş yere kızıyordum; “Ne kadar küçük yazıyor diye tahtaya.”
Ama göremiyordum ne yapayım. Kaç kere çöp atma bahanesiyle kalktım da öyle okudum tahtada yazanları.
Ve bunların hepsi bir anı artık. Bir sis vardı dünyamda çekildi, güneşli günlerin vakti şimdi.
Coğrafya derslerinde sadece bir güneşten bahsedilir. Yanlışmış oysa bunu da yeni öğrendim.
- Doğru mu?
- Eee, peki, doğduğum günden itibaren güneşi olan bir dünyada geçen hafta okulumuza gönderdiği doktor amca ve ablalarla beni karanlıklardan aydınlığa çıkartan güneşe ne demeli. O öyle bir güneş ki, doğdu mu bir kere hayatlara, batmıyor bir daha.
Dün hastanede hemşire abla anlatıyordu anneme, hani o okulumuza gelen doktor amca vardı ya; (ben Işık Doktor diyorum kendisine) Deniz Feneri Derneği’nden gelmiş meğer ve okulumuz gibi beş okulu daha ziyaret ederek 5252 minik gözle göz göze gelmiş. Bunlardan ben dahil 390 tanesinde müdahale edilmesi gereken kusurlar tespit etmiş ve işte bugün benim geldiğim gibi hepsi hastaneye gönderilmiş. Işık doktor ışık olmuş gözlere. Yeryüzünün güneşi Deniz Feneri, ben ki: “Herkes bu kadar görüyor sanıyorken” ufkumu açtın. Işığın aydınlattı hayatımı. Daha ötesi var mı?
Gözümsün…
Sönmesin ışığın, sönmesin ki, ışık olasın binlerce minik göze.
…
Abla sütün tadı nasıldı..!
Bir Nisan öğleden sonrası İstanbul’da; hafif bir yağmur var. Toprağın suya kavuşması yavaş yavaş gerçekleşiyor ve hasret sindire sindire bitiriliyor adeta.
Dün bir komşusu tarafından evden atıldığı ve köhne bir kulübeye sığındığı bildirilen Kevser Hanım ve iki kızı için bu gecekondu mahallesindeyiz. Komşu ailenin gıda sorunundan da bahsetmiş ve karınlarını aşağı mahallede kurulan pazarın artıklarını toplayarak doyurduklarını iletmiş arkadaşlarımıza.
Adresi bulduk bulmasına ama ailenin sığındığı denilen yer yok ortalıkta. Az ileride iki çocuk oynuyor; yarı çamur toprağın içinde adeta civcivler gibi ayaklarıyla eşiyorlar etraflarını. İki küçük sarı civciv, bizi fark ettiklerinde duruyorlar. Ve çok geçmeden kızlarımızın Kevser Hanım’ın çocukları olduğunu anlıyoruz. Daha sürerken konuşmamız, büyük olan az ilerideki ağaçların arasına dalıyor ve:
-Anne! Anne! Sesleri annesinin –Efendim yanıtıyla son buluyor. Aynı yolu takip ettiğimizde yarı yıkık, köhne bir kulübe ve önünde ana-kız karşılıyorlar bizi.
Kevser Hanım anlatıyor, biz de dinliyor ve notlarımızı alıyoruz. İki ay önce eşini kaybedene kadar kıt kanat da olsa geçiniyorlarmış. İnşaatlarda keser sallayarak nafakasını temin eden Emin Usta bu dünyadan göçerken iki kızını miras bırakmış ve sonrasında zor günler başlamış Kevser Hanım için. Kirayı ödeyemeyip bu ikinci ay da tekrar edince zaten olmayan eşyalarıyla (iki yatak, bir ocak, soba, halı birkaç parça mutfak eşyası hepsi) konmuş kapının önüne ve sonrası malum. Sosyal inceleme formuna düştüğüm son not:
“Yapılması gereken çok şeyler var bu ailemiz için…” oluyor.
Aileyi Deniz Feneri’ne bildiren komşularının gıda ve beslenme sorunu üzerinde ısrarla durması gelirken elimizin boş olmamasına da vesile oldu. Bağışçılarımızın ihtiyaç sahiplerinin sofralarını kursun diye bize emanet ettiği gıda kolilerinden ve Deniz Feneri Adak- Kurban Kesim Merkezi’nde kesilen adak etlerinden almıştık Kevser Hanım ve kızları için yanımıza.
Arkadaşım, araçtan elinde gıda kolisiyle geri geldiğinde o iki minik civcivin gözlerindeki heyecanı görmeliydiniz. Onların bu halleri ceviz ağaçlarının sevimli ev sahipleri sincapları hatırlattı bana, ürkek ama bir o kadar da meraklı... Önce annelerine sonra bana baktılar ve bakışları elinde gıda kolisi olduğu halde duran arkadaşıma kilitlendi.
Arkadaşım:
“Buradaki gıdalar en az bir hafta yeter sizlere bu sürede de nihai çözümler üretmeye çalışalım inşallah bizde“ diyerek gıda ve et kolilerini kapının girişine bıraktı.
Küçük sarı civciv bozdu kısa süreli de olsa oluşan sessizliği.
-Amca makarna var mı kutuda?
-Var güzelim.
-Peynir peki?
-Evet.
-Ama süt yoktur değil mi? Olsa ne güzel olurdu. “Abla sütün tadı nasıldı, ben unuttum, sen hatırlıyor musun?”
-Süt de var hatta bak bu kutuda da et. Ve bundan sonra her ay böyle kutular gönderecekler Deniz Feneri bağışçıları amca ve teyzelerin sen hiç merak etme.
-“Desene Amca, birazdan bayram yapacağız ablamla”
Bu küçücük yavrunun ettiği kocaman kelam düğümledi boğazlarımızı… Saçlarını okşayarak ayrıldık, en kısa zamanda görüşmek sözüyle.
Allahım! Kimseyi açlıkla terbiye etme. Makarna yemek isteyen, peyniri özleyen, etin sütün tadını unutmuş yavrulardan bihaber olmaktan, daha kötüsü haberdar olup duyarsız kalmaktan koru bizleri.
Zira; “Komşusu açken tok yatmış” olmanın gazabından sana sığınırız.