Öyle hikayeler vardır ki, onları tekrar tekrar okusanız, dinleseniz usanmazsınız. Her dinlediğinizde yeni size yeni bişeyler kazandırır.
Daha önce bu bir yazımda konu ettiğim yaşanmış bir olayın hikayesini geçtiğimiz cumartesi günü yazar Nihat Dağlı'dan bir kez daha dinledim, çok etkilendim, insanımız adını çok sevindim, duygulandım.
Akit Gazetesi yazarı Hüseyin Öztürk beyin köşesinden alıntıladığım, Gülyarası isimli kiyabımda da yer verdiğim hikayeyi bir kez de Nihat Dağlı'nın kaleminden sunmak istiyorum. İzmir'de dinlediğim hikayeyi Sızıntı Dergisinin bir sayısında (Mart 2005 Yıl :27 Sayı :314) buldum. "Neyi kaybettiğini hatırla" başlıklı yazının söz konusu hikaye ile ilgili kısmını birlikte okuyalım:
"Yaşadığı yerde hep 'güzel' kalan insanlar, zamanla, isimlerinden çok 'güzellikleriyle' anılır. Biyolojinin ötesindeki güzellikleriyle insana ve hayata yöneldiklerindendir ki, arkalarında, gönül ve zihinlerde ışıltılı bir iz bırakırlar. Bakışlarının, ellerinin, dahası kalblerinin değdiği her bir şey iyileşmeye yüz tutar. Güzeldirler; güzelce yaşar ve güzelliklere vesile olurlar.
Güzel görünmek gibi bir dertleri de yoktur; 'görünmeye' çalışmanın profesyonelce olduğunu düşünüp, bundan fellik fellik kaçarlar. Hayatın oynanacak bir oyun değil, yaşanacak bir imtihan ve gerçeklik olduğuna inanırlar. Başka türlü olmak ellerinde değildir; kalblerinde ne yaşanıyorsa, bakışlarından ve dillerinden de o dökülür. Ayak bastıkları toprağı, sokaktaki kediyi, yaralı kuşu, topal leyleği, aç köpeği, kalbi kırık yetimi, düşmüş insanı 'kardeşi' görür, acılarını acısı bilir, başkasıyla paylaşmadığı bir huzurun huzur olamayacağını düşünürler. Başkalarına açık kalblerin ve sofraların sahibidirler. Başkasına kapanmakla oburlaşan bencilliği; insana, kalbe, iyiliğe, güzelliğe, hâsılı yaratılışın gâyesine düşman bir yutucu gibi görürler. Kendilerinden vazgeçtikçe kendileri olurlar.
Ama gelin görün ki, şimdilerde, 'güzel insanlar atlarına binip' gitmişler. Şâir öyle diyordu:
'Güzel insanlar güzel atlara binip gittiler.'
Bu iç yakıcı deyiş, 'güzel insan'dan yoksun bir zamandan geçen veya buna yakın döneme karşılık gelen bir tespittir ve bugün için de söylenebilir. Bizi, dolayısıyla yaşadığımız hayatı güzelleştiren 'vasıf'ların arkalara düştüğünü, başka türlü 'değer'lerin öne çıktığını gösteren bir şey...
Şimdi bu güzel insanlar, niçin ve nasıl atlarına binip gittiler? 'Güzel'in diline yabancılaşarak çirkinleşen insanların arasında bir 'yabancı' olunca ve bu, taşınamaz bir hal alınca mı? Güzel adamı atına bindiren şey, herkesin delirdiği bir yerde hâlâ selim akla sahip olmak durumu mudur? Güzel bir şey niçin yitirilir, insanlar niçin güzel bir şeye dört elle sarılmaz?
Bu soruların cevabı şu olabilir mi: Güzeli taşımak zordur!
'Güzel' kalmak gerçekten zordur; bedel ister. O 'esaslı şey' olabilmek için çok şeyden vazgeçmek gerekir.
Bizleri güzelleştiren değerlerin hayatımızdan düşüşü, bazı kazançlar(!) adına görmezden gelinmiş veya üzerinde çok fazla düşünülmemiştir. Atlarına binip giden güzel adamlarla birlikte hayatımızdan çekilen bu değerler, 'geçmiş zaman sesleri' gibi, yine de arada bir kuytularda çınlar. Yüzü 'geçmiş'e dönük, 'değer' bilir 'eski zaman insanları'nın konuşmalarında çınlayan bu kayıplara baktığımızda, kaybettiklerimizin az şey olmadığını görürüz. Ve bunu fark ettiğimizde, ellerimiz öylece aşağılara düşer.
Nasıl bir kayıptan bahsediyoruz? Profesör Saffet Solak Bey , bir konuşmasında bir hâtırasını paylaşmıştı. Bir hâtıra bile ne çok şey anlatıyor:
"Tıp fakültesini yeni bitirmiş, pratisyen hekim olarak ilk görev yaptığım yere, Konya'ya bağlı bir beldenin sağlık ocağına gitmiştim. Gençtim, bekârdım. Küçük bir beldeydi gittiğim yer. İlk gece bir eve misafir olmuştum. Tren istasyonunun hemen yanında bir evdi. Akşam yemeğinden sonra çaylarımız gelmiş, sohbetler edilmişti. Üzerimde yol yorgunluğu, geldiğim yeni yerin yabancılığı vardı. Saatler ilerliyor, ağır bir uyku beni içine çekiyordu. Ev sahibine bir şey de diyemiyordum. Bir müddet daha geçti; yine bir hareket yoktu. Evin büyüğü olan hacıanneye sıkılarak, 'Anneciğim, sizin buralarda kaçta yatılıyor?' dedim. Hacıanne, 'Evlâdım treni bekliyoruz. Az sonra tren gelecek, onu bekliyoruz.' dedi. Merak ettim, tekrar sordum: 'Trenden sizin bir yakınınız mı inecek?' Hacıanne: 'Hayır evlâdım, beklediğimiz trende bir tanıdığımız yok. Ancak burası uzak bir yer. Trenden buraların yabancısı birileri inebilir. Bu saatte, yakınlarda, ışığı yanan bir ev bulmazsa, sokakta kalır. Buraların yabancısı biri geldiğinde, ışığı yanan bir ev bulsun diye bekliyoruz."
Uzaklarda, karanlığın kuytularında bir yerde, oraların yabancısı birine 'ışığı yanan ev' olmak, ne muhteşem bir şeydir! Karanlığı, yabancılığı, üşümüşlüğü çözüveren sıcak bir yuva; gidebileceği bir yeri olmayana çalacak bir kapı; yorgun bir bedene serilmiş bir yatak; aç bir mideye hazırlanmış bir sofra olmak ne iyileştiricidir! Yolcuya, yabancıya, düşküne, kimsesize, yetime, kırık kalblere yer açmak; 'hiçbir yer' olan ara bir durakta onlara 'bir yer' olmak; yersiz ve yurtsuz kaldıkları için hiçbir yere gidemeyenlere dönebilecekleri bir 'adres' olmak ne çok makbule geçer! Üşümüş bir kediyi evin içine almak; aç bir köpeğin önüne bir kap yemek bırakmak; yaralı bir kuşun yarasına inceden bir merhem sürmek; hayatın dokunup geçerken acıttığı bir insan kalbinde esastan bir sabır estirmek, hayatı yaşanır kılan ne diri bir güzelliktir!
Konya Ovası’nda, son trenden inen yabancılar için 'ışığı yanan ev'ler yerinde hâlâ duruyor mudur? Yabancılar, yorgun bedenlerini yün yataklarda dinlendirmeye devam ediyorlar mı? Aç bir köpeğin önüne bir kap yemek bırakan kadınlar yaşıyorlar mı? Kuşlara yuva yapan mimarlar sahi şimdi neredeler?"
(...)
Nihat Dağlı Deniz Feneri gönüllüleriyle hasbihal ettiğimiz toplantıda yukardaki hikayeyi anlattıktan sonra şöyle dedi:"Benim gözümde Deniz Feneri Derneği ışığı yanan evdir."
Şu günlerde, Almanya Deniz Feneri e.V. isimli kuruluşla ilgili hukuki sürecin devamı olarak bir süredir Ankara'da yürütülen soruşturma kapsamında bazı gelişmeler yaşanıyor. Bu sürece dair fikir beyan eden kimi yorumcuların fena halde kafa karışıklığı içinde olduğunu görüyorum.
Bu konuda kalem oynatmadan önce biraz ders çalışmak gerekmez mi?
Aksi halde yolda kalmışlara "ışığı yanan ev olmuş" bir yardım kuruluşu olarak Deniz Feneri'nin camına taş atmış olmaz mısınız?
Bir de Deniz Fener'ini üfleyerek söndüreceğini zanneden bir güruh var ki, bu kafa ile onlar da sadece nefeslerini, dolayısıyla kendilerini bitirecekler.
Görmüyor musunuz, Deniz Feneri dimdik ayakta ve son zamanlarda ayda ortalama 10.000 ihtiyaç sahibine ışık tutuyor, umut oluyor.
İsmi lazım değil, bir kuruluş da ellerinden kamu yararı statüsü alınınca, "Neleri eksik yaptık, hangi işleleri yanlış yaptık sorusunu kendilerine sormak yerine kuruluşlarını Deniz Feneri ile kıyaslama gayretine girmişler. Heyhat! Böyle bir mukayase için önce bütün Türkiye'yi karış karış dolaşıp insanımızın hiçbirini ayırmadan hizmet ulaştırmalı, bu arada da epeyce fırın dolusu ekmek yemelisiniz.