İran'a saldırıda NATO'nun etkinliğini güncellemenin Türkiye ihtimali

xxx12

Adalet ve Kalkınma Partisi'nin iktidar treninde yerlerini almış olan kalem erbabı ile, o trene binmemiş olan ender sayıdaki bağımsız yazar arasındaki fark, birincilerin her halükarda iktidarın hakikatine seferber edilmiş memuriyet bilinciyle sahaya çıkmaları ve iktidara muhalif her türlü duruma karşı kendilerini canlı kalkan yapmalarına karşılık, ikincilerin iktidardan hep talepte bulunmaları, iktidarı değişim ve reforma zorlamaları, ama gerektiğinde ilkeyi savunurken iktidarı da kolluyor olmaktan ise kompleks duymamalarıdır. Birinciler iktidardan talep etmez, onu eleştirmez, beklenti belirtmez ve kendilerine sunulanla yetinmeyi bilirken, ikinciler daima daha fazlasını ister, her zaman eleştirel düşünür, hep en olmadık yönlere bakmaya ve iktidarın kapasitesinden fazlasını görmeye çalışır.

İktidarın memuru vasfını andıran destek ve himaye ile sorunlara bakanların varabildikleri sonuçlar, iktidarın ayak izlerini takip edebilmekten fazlasına güç yetirilemediğinin göstergeleridir. Böyle olduğu için de en olumlu gözüken konularda bile eleştirel bakma ihtiyatını elden bırakmayanları anlamakta zorluk çekiyor ve farklı şeyler görmeye çalışanların neden böylesine ayan beyan mevzuları bile didiklediklerine anlam veremiyorlar.

Bu değerlendirme, herşeyden çok ve öncelikle son zamanların popüler konusu olan Ergenekon davasını ve TSK içindeki cuntacı hücrelerin tasfiyesini yakından alakadar eden “yeni NATO” meselesiyle ilişkili ihtimal hesapları için geçerlidir.

Bu satırların yazarını dehşete düşüren ve durumun vehametini hakettiği ciddiyetle ele almasına vesile olan olay, İslami kesimden bir televizyon kanalının “İslamcı” program yapımcısının hazırladığı “yeni NATO” konulu program için verdiğim görüşün -o programda olabildiğince sıradan ve klişe başka görüşler yayınlanmışken- yayınlanmamasıydı. Sözkonusu yorumda “yeni NATO”nun tıpkı eski NATO gibi askeri bir antlaşmadan ibaret kalmayacağı, eski kurumların yeni duruma göre yeniden yapılandırılacaklarını öne sürmüş; geçmişte komünizme karşı oluşturulmuş askeri ve sivil güvenlik doktrininin (Gladyo veya Ergenekon) yeni NATO'da yeni içerik ve gövdesiyle yeniden üretileceğini savunmuştum. Sivil toplumu asla ihmal etmeyecek bu yeni yapılanmanın bu kez İslami kesimlerin katkı ve katılımıyla hayata geçirileceğine ilişkin varsayımları teyit edecek ne çok örnek olay biriktiğine dikkat çekmiştim.

İslami gazetenin televizyon kanalında bir (eski) İslamcı tarafından yapılan programda en sıradan görüşler bile yayınlanırken büyük emek sarfedip ayağa kadar gönderilen kamera, muhabir, ekipmanlarla yapılan kaydın yayınlanmaması çok açık ki “yeni Türkiye”nin anlamına aynı pencereden bakmıyor olmamızdan kaynaklanıyordu.

Bunda şaşılacak bir şey yoktur, çünkü BOP'un askeri operasyonları devam ederken İslam ülkelerinde sivil toplum faaliyetleriyle iç dönüşümü sağlamak üzere Amerika'nın talimatı ve öncülüğüyle kurulan uluslararası Gelecek Vakfı'nda Türkiye'yi temsilen (eski) İslamcıların etkin rol  üstlenmiş olması üzerine yazdığımız değerlendirmeler de aynı çevrelerde büyük tepkiye yolaçmıştı.

İktidara memur bakış, Türkiye'nin çevre ülkelerle aniden başlayıveren entegrasyon sürecini hiç sorgusuz ayakta alkışlarken, başka pencereden bakanlar, bu en doğru adımın bile acaba neden tam şimdi, aniden, hem de sınırları belirsizleştirecek bir sürecin işletilmesiyle tahakkuk ettiğini tartışmayı gerekli buluyorlar ve muhtelif sorular soruyorlar: Acaba sınırları belirsizleştirme, hatta kaldırmaya doğru dolu dizgin giden bu girişim, BOP'un tankla tüfekle yapamadığı sınır değişikliğinin yumuşak güç eliyle gerçekleşmesini mi amaçlıyor? Türkiye-Suriye baharını Suriye'yi İran'dan uzaklaştırmakla ilişkilendiren Amerikalı uzmanların yorumlarına bakınca merak etmiyor muyuz: Acaba iktidar bu uzmanları ve Washington'daki yöneticileri mi kandırıyor, yoksa bizi mi? En iyimser niyetimizle baksak bile, Washington'ı kandırdığını sanarak girişilen bir işin ömrü ve ufku nereye kadar olabilir?

Neden bazı İslamcılar, ısrarla Türkiye-Suriye-Irak entegrasyonunu dile getirip her defasında İran'ı dışta bırakan formülleri propaganda ediyorlar? Bir vakitler DYP lideri Mehmet Ağar'ın Washington'dan onaylı olduğu dikkatlerden kaçmayan “ortak yaşam alanı” doktrini içinde Türkiye, Kuzey Irak (Irak) ve Suriye'nin Benelüx ülkeleri haline getirilmesi önerisiyle, bu İslamcıların iktidarı referans göstererek sloganlaştırdıkları bölgesel entegrasyon arasında ne fark var?

İran ile Türkiye arasındaki temel fark, İran'ın bölgedeki Amerikan nüfuzundan rahatsız olması ve buna karşı direnmesi, buna mukabil Türkiye'nin ise Amerikan nüfuzunun şemsiyesi altında kendi nüfuz alanını kurmak istemesiyse iktidara canlı kalkan olmuş İslamcıların neden ikide bir Türkiye, Suriye, Irak entegrasyonundan bahsedip her durumda İran'ı dışarıda bırakan formülleri vurguladıklarını Türkiye'nin bölgesel hesap kitabın neresinde durduğuyla alakalı görmek lazımdır.

2005'te HAMAS'ın iktidara gelmesi ve 2006'da da İsrail'in Suudi Arabistan, Mısır ve Ürdün'ün himayesinde Lübnan'a saldırması üzerine patlak veren bölgesel krizde Hizbullah ve HAMAS'ın askeri ve siyasi olarak bitirilmesi için Türkiye'nin desteğini seferber etmek isteyen Suudi Arabistan, -muhafazakâr bazı yazarların yazdığı gibi- bölgede İran'a karşı ağırlığını koyması için ekonomik krizin eşiğindeki Türkiye'ye yüklü bir mali yardım yaptı mı?

2006 Temmuz savaşından Hizbullah'ın güçlenerek çıkması üzerine Lübnan Başbakanı Hariri'nin son bir deneme yapıp iç savaş çıkarmaya çalışması da hüsranla sonuçlandığında Ankara'dan destek istemesi üzerine iktidarın Lübnan'a çıkarma yapması, medyada yazıldığı gibi Hizbullah'a karşı “bayrak gösterme” anlamına mı geliyordu?

Bu durumlarla, BOP'un temel amaçları arasındaki garip benzerlik tesadüften mi ibarettir?

Daha onlarca cevapsız soru masada bekliyor!

Ergenekon operasyonu, TSK içindeki cuntalar dolayımıyla girişilen tasfiye hareketi, tarih ve mantık dışı kemalist ulusalcılığın meşruiyeti kendinden menkul bir ideoloji olarak ülkenin kurucu fikri olduğuna karşı gelişen reform iradesi, iktidar tekelini reddeden vicdan ve demokratikleşme niyeti gibi aktüel ve çok önemli gelişmeleri ne yazık ki “yeni NATO” çerçevesi içine almadan anlamak mümkün gözükmüyor.

Türkiye'nin birinci nesil demokratikleşmesinde (1950) NATO'nun belirleyici rolü ne idiyse, bugünlerdeki ikinci nesil demokratikleşmede de NATO'nun belirleyici rolünün aynı olduğuna dair epeyce kanıt var. Herşey bir yana bırakılsa bile, bizzat Başbakan Erdoğan'ın Bush hükümetleri sırasında ve sonrasında sıklıkla gündemde yeralan Büyük Ortadoğu Projesi'yle kendisini ilişkilendirme üslubu ve vurgusundaki değişim, tek başına, Türkiye'nin iç siyasetinde değişen rüzgarların yönünü ve kaynağını tespit etmeye yardımcı olabilir.

Kritik soru şudur: NATO, sırf demokrasiyi kurtarmak veya sırf Türkiye'de başarılı ve işleyen bir demokratik rejim kurulmasına sevdalı olduğundan mı TSK içindeki cuntaları temizlemeye destek veriyor?

İktidar başta olmak üzere iç dinamikleri ilgilendiren yönüyle TSK'daki tasfiyenin cuntacılık karşıtı olması kuşkusuz girişimin meşruiyetini ve haklılığını güçlendiriyor ama ya bu arada İran'a karşı savaşmayacak askeri iradenin tasfiyesi de gerçekleştirilip yerine bu kirli işe girebilecek yeni bir irade geçirilmeye çalışılıyorsa?

Halihazırda hükümeti ve ordusuyla Türkiye NATO taleplerine ayak diriyor görünüyor; Afganistan'da muharif güç bulundurmaya yanaşmadığı gibi, 2006'daki İsrail saldırısından sonra Lübnan'da Hizbullah'ın silahsızlandırılması girişimine de alet olmak istemiyor. Fakat galiba bu isteksizliğin TSK'dan kaynaklanıp siyasi iradeye doğru geliştiğine dair kuvvetli bir his sözkonusu olduğundan olsa gerek Washington her defasında kendi güvenlik stratejisine uygun davranılmamasından orduyu sorumlu tutuyor. NATO'ya egemen iradenin, yeni güvenlik doktrinine ayak uyduramadığı ve asla da uyduramayacağını varsaydığından TSK'nın mevcut kimliğine, ideolojisine, öncelik ve stratejilerine radikal bir itiraz yönelttiğini Türkiye'de TSK'yı tam manasıyla didik didik edebilen siyasi ve adli süreçlerinden çıkarabiliyoruz.

Her ne kadar iktidara yakın yazar takımı TSK içindeki cuntalara karşı tasfiye girişimini Türkiye'nin Washington'dan uzaklaşmasına ve NATO ile arasına mesafe koymasına bağlıyorsa da bunun ne kadar doğru bir algı olduğu kuşkuludur. Çünkü Amerikan başkanları Clinton ve Obama'nın on yıl arayla (1999-2009) TBMM'de yaptıkları konuşmalarda tasvir ettikleri Türkiye, eski NATO'nun soğuk savaş güvenlik doktrinine uyumlu askeri gücüyle devam etmesi istenen Türkiye değildir. NATO doktrin değiştirirken anlaşmanın içindeki en önemli askeri güç olan TSK'nın eski havada yoluna devam etmesine göz yumulması nasıl mümkün görülebilir? Bütün o cuntalar, askeri darbeler, muhtıralar, siyaset üzerindeki vesayet vs. gerçeklerine rağmen TSK'nın bu değişime direndiği için harmanlandığını düşünenler hiç haksız sayılmazlar.

Ergenekon veya kimi darbe planları gerekçesiyle yürütülen tasfiye operasyonu, TSK'nın rolünü demokrasi ve siyasetin lehine azaltmak için değil, TSK'yı yeni misyon ve doktrin tanımına uygun hale getirmek içindir. Fakat TSK içindeki kimi maceracı subayların darbe teşebbüslerine ve vesayet rejiminin devamıyla ayrıcalıklarını koruma hırsına fazlasıyla dikkat kesilindiğinden daha makro durumları görmekte güçlük çekiliyor.

Herşeyin dönüp dolaşıp geldiği nokta, Amerika'nın İran'a diz çöktürmeyi öyle ya da böyle başarmaya odaklanmasıdır. Esas itibariyle İran, şimdiye dek küresel sisteme katılmalı, global iradeye uyumlu hale gelmeli ve alternatif yaratma hevesinden vazgeçmiş olmalıydı. Fakat ne küresel ve bölgesel politikaları, ne de nükleer programı bakımından Tahran'ın, doğrudan Washington'ın ya da temsilcileri aracılığıyla öne sürdüğü dolaylı taleplere uyumlu davranmaya hiç istekli olmadığı anlaşılıyor. Sürenin uzamasının ABD açısından yarattığı itibar örselenmesi ve nüfuz erimesi ise eskisinden çok daha yüksek bir ihtimalle ABD-İran karşılaşmasını mukadder hale getiriyor.

Sözü muteber kabul edilen tüm uzmanların, muhtemel bir ABD-İran savaşının, 2001-2009 arasındaki dönemde izlenen usülden farklı olarak bu kez Amerika'nın tek taraflı saldırılarıyla yaşanmayacağını, Obama yönetiminin İran'la yüzleşmeyi uluslararasılaştırmayı başından beri planladığı için bir koalisyon oluşturarak değil, bu kez NATO'yu kullanarak yeni bir durum tesis etmeye çalışacağını düşünüyor.

NATO'nun İran'a karşı savaşa girmesinin dünyada soğuk savaş gerilimini aşacak yeni bir tür kutuplaşmayı hızlandıracağına hiç kuşku yoktur. NATO İran'a saldırdığında bu, Batı kampının Doğulu bir ülkeye saldırısı olarak algılanacak ve bu yeni durumda NATO, kendi karşıtının ortaya çıkışını hızlandırmış olacaktır. Bu kez kapitalist dünyanın NATO'suna karşı sosyalist blokun Varşova paktının zuhur ettiği güvenlik doktrinlerinin rekatebinden ve askeri kamplaşmadan değil, Müslümanların ve Hıristiyanların bölündüğü, çok farklı ideoloji, dünya görüşü ve dinlerden toplumların biraraya gelebildiği yeni bir bölünme ve kutuplaşma meydana gelecektir. Bu ayrışmanın paralel politik, kültürel, mali, ve ticari sistemlerle destekleneceğini de akıldan çıkarmamak gerekir.

Türkiye, tarihi tecrübesi bir yana, 2002'den itibaren Batı dünyasının temsil ettiği “uluslararası toplum” veya “küresel irade”nin parçası olmayı kendi demokratikleşmesinin  vazgeçilmez öğesi kabul ettiği politik tercihiyle NATO'nun dahil olduğu bu kamplaşmada ortada durarak kendisini ifade edemeyecektir. Her ne kadar bugün İran'a yönelik hiçbir askeri hareketliliğe onay vermeyeceğini tekrarlayarak muhtemel tehlikeli bir gelişmenin önünü almaya çalışıyor ve temenni düzeyinde savaşa taraftar olmadığını söylüyorsa da NATO'nun İran'a saldırmaya karar verdiği anda bu söylemini hayata geçirip geçiremeyeceği şüphelidir. İran da bu gerçeğin farkında olsa gerek, İran'ın eski Meclis Başkanı Gulamali Haddadadil'in oğlu, geçtiğimiz günlerde kendi internet sitesinde NATO'nun İran'a saldırmaya hazırlandığını, bu iş için de Türkiye'yi kullanacağını yazabildi. Genç Haddadadil'in kızkardeşinin Hamenei'nin oğluyla evli olduğunu, yani Haddadadil ve Hamenei ailelerinin akraba (dünür) olduğunu hatırlayalım. Böyle bir ihtimalin sözkonusu olup olmamasından ziyade, halihazırdaki koşulların İran'da en üst düzeydeki yönetici elit ailenin içinde nasıl algılandığını gösteren bir değerlendirmeden bahsediyoruz. İşte tam da bu nedenle “yeni NATO”nun sadece askeri bir doktrin etrafında toplanmakla yetinmeyeceğini, eski NATO'da olduğu gibi işin sivil toplum ayağının mutlaka olacağını, muhakkak yeni Gladyo/Ergenekon'la karşılaşacağımızı, örtülü operasyonlardan, provokasyonlardan ve şüpheli pek çok gelişmeden yakamızı kurtaramayacağımızı düşünmekte yerden göğe kadar haklıyız. Tabii ki bu kez hedef komünizm değil, küresel iradeye ve uluslararası topluma uyum sağlayamayan herşey (mesela İran, Şiilik, İslamcılık, direniş, Hizbullah, HAMAS...) olacaktır.

Ortadoğu'da boy gösteren bütün aktörlerin beden dilinden, imalarından ve açık nutuklarından anladığımız odur ki, İran'a saldırı için NATO'yu etkin hale getirmeye hazırlanan kollektif akıl, epey bir süredir Türkiye ihtimalini geliştirmeye uğraşıyor. AK Parti iktidarına verilen büyük avansın geri dönüş yolunda böylesine dramatik bir talebin karşılanmasına dair yüksek beklentinin çıkacağını herhalde iktidarın aklı erenleri biliyorlardı. Bugüne kadar ötelenen zamanı daha ne kadar süreyle satın almaya devam edebileceklerini düşündüklerini bilmiyoruz, fakat bütün göstergeler tahsilat vaktinin geldiğine işaret ediyor.

www.camurcu.com