Babamın ürkekçe bir ifadeyle söylediği “Benim oğlum yarın oruç tutacak inşallah” sözü bir an odanın derinliğinde dalga dalga yayıldı, sonra duyan yüzlere aksetti. Annemin yüzü birden değişmiş, anneannemin ise kaşları çatılıvermişti. Benimle ilgili acındıracak bir şeyler söylediğinde başladığı gibi yine “Sabi” ifadesini kullanarak babamı cevaplamıştı anneannem.
-Buncacık sabi kocaman gün oruç tutamaz Hafız.
Anneannem Kur’an-ı Kerimi hıfzetmiş babama “Hafız” diye hitap ederdi. Yıllardır bir evlat gibi babamın üzerinde sevgi ve saygıdan kaynaklanan bir otoritesi vardı anneannemin. Babam gelen tepkiyi görünce fazla ısrar etmeyip geri adım attı. Hafifçe tebessüm ederek “Eh ne yapalım, o zaman biraz daha büyüyünce tutar” diye bir yatırım yapmayı da ihmal etmedi.
Aradan 10-15 gün kadar geçmişti her halde. Babam o gece her gecenin aksine erken yatmamıştı nedense. Krem renkli atkısını başındaki takkenin zerine sarmış, bir köşeye serdiği seccadenin üzerinde Kur’ an-ı Kerim okumaya dalmıştı.
Gecenin bir vaktinde babamın omzuma dokunan eli ve fısıldayan sesi ile uyandım: Babam “Oğlum bu gün kadir gecesi. Kurtlar kuşlar bile oruç tutuyor, haydi kalk ta bir şeyler ye” diyordu. Babamın daha önceki tekliflerini bildiğimden pek yadırgamadan doğruldum. Gözlerim açılınca babamın elinde gaz lambasıyla başımda beklediğinin farkına vardım. Göz göze gelince babam kısaca açıkladı:
-Elektrikler kesik de…
O yıllarda elektrik kesintileri tıpkı sokaklardaki uzun kuyruklar gibi hayatımızın bir parçasıydı.
Sık sık elektrikler kesildiğinden iki emektar gaz lambası duvarda daima asılı dururdu.
Ben doğrulup ne yapacağımı belirlemeye çalışırken babam kısık bir sesle yol gösterdi.
-Haydi yüzünü yıkayalım da sofraya otur.
Uyku sersemliği ve soğuktan ürpermiş bir halde lavaboya yürüdük. Gece vakitlerinin esrarengiz ruh hali şimdi bütün vücuduma yayılmıştı. Sofra annem ve anneannem yoktu bu kez. Demek babam onların bu geceki yokluğunu fırsat bilip ne zamandır hayal ettiği şeyi gerçekleştirmeye çalışıyordu. Az sonra küçük tombul, bak bir tavaya yumurta kırmış olduğu halde buram buram bir kokuyla yürüdü geldi babam. Benim çok sevdiğimi bildiğinden sahana yumurta kırmıştı.
Şimdi baba-oğul hayatımın ilk sahurunun heyecan ve gizemini paylaşıyorduk. Babamın uzayıp duvara akseden gölgesi belirli aralıklarla titreşiyor, duvarda esrarlı görüntüler oluşturuyordu. Ben kendi alemime dalmış, bir yandan gün boyunca ilk orucumu nasıl tutacağımı düşünüyor, bir yandan da babamdan bu ilk orucum ile ilgili moral ve destek verici sözler bekliyordum doğrusu. Ancak babamın aklı başka yerlerdeydi. Göz çukurları iyice kızarmış, gözleri ise derinlere kaçmıştı. Uzun süre odada, yanan sobadan gelen çıtırtılar hakim oldu. Neden sonra babam berrak bir sesle tane tane konuşmaya başladı. “Kahvaltı saatinde biraz acıkırsın. Dişini sıkıp onu atlattın mı tamamdır…Bir de bugün sakın çok koşup, terleyip kendini yorma..Kışın günler çok kısa olur, bir bakarsın akşam olmuş…Bir de sakın saate hiç bakma, saate bakarsan vakit hiç geçmez…”
Tavada kızartılmış yumurtaları, büyük bir afiyetle yedikten sonra tekrar babamın yardımıyla uzun bir yolculuğu çıkıyormuş duygularıyla yatağa döndüm. Oruçla ilgili derin hülyalara dalarken ve kaç saat oruç tutacağımı hesaplarken uyumuşum.”
Sabah erkenden babamın sesiyle tekrar uyandım.
Babam bir sır verir gibi fısıldıyordu: Haydi kalk ta giyin. Annenler uyanmadan git ki oruçlu olduğunu anlamasınlar…
Babamın sözleri uyku halindeki zihnimde önce bir yer aradı, sonra yavaş yavaş anlam buldu, yerine oturdu. Bu gece sahura kalkmıştım ve bu gün oruç tutacaktım. Anneannemlerin ise bundan haberi yoktu ve şimdilik olmaması gerekiyordu.
Babamın yardımıyla çabucak giyinip kaçarcasına evden ayrıldım. İlkokul üçüncü sınıfına gittiğim okulumun yolunu tuttuğumda iri kar taneleri yolları iyice kaplamaya başlamıştı.
O gün oruçlu olduğumu sadece kardeşime söyledim. Teneffüs aralarında ki yegane eğlencelerimizden simit ve gazoz ilk defa bu kadar içimi çekmişti. Olabildiğince üzümlü keklerin, simitlerin dayanılmaz kokusundan kurtulmaya uğraşıyordum.
Son dersin teneffüsünde artık daha fazla dayanamamış üzümlü kekten iftardan sonra yemek üzere bir tane alıp bir kağıda güzelce sarmış, kara önlüğümün cebine yerleştirmiştim.
Eve vardığımda annemler beni büyük bir telaş içerisinde karşıladılar. Anneannem “Vah yavrum, hafız yine yaptı yapacağını” diye başını hışımla sallayarak söze girdi. Ancak ben gayet iyi olduğumu söyleyip, bu konuda onları ikna edince iki kafadar yumuşayıverdiler. Anneannem daha fazla ısrar etmeyip “Madem ki bu saate kadar tuttun, haydi bakalım göster kendini” deyiverdi.
O andan sonra evdeki gergin hava uçup gidiverdi. Annem en çok hangi yemeklerin canımı çektiğini sorarak hemen mutfağa koştu. Anneannem ise “Sen güzel bir hediyeyi hak ettin” diyerek evden ayrıldı.
Bana gelince yine orucumla baş başa kalmıştım. Evet büyüklerimi ikna etmiştim ama karnım da iyice kazınmaya başlamıştı doğrusu. Ne yapıp edip açlığımı unutturacak bir şeyler yamalı veya bulmalıydım. Daha önceden birkaç defa okumama rağmen evdeki bazı hikaye kitaplarını alıp okumaya başladım, ta ki açlığım yatışsın ve ya unutayım diye…uyuya kalmışım.
Uyandığımda üzerimde özenle örtülmüş bir battaniye vardı, kitaplarım ise düzeltilmiş halde başucumda duruyordu. Bugün küçük bir şehzade gibiydim yani. Bunu fırsat bilip günün keyfini iyice çıkarmaya karar verdim. Annemin bol tembih ve sıkı bir sarıp sarmalamasından sonra dışarıya koşup karın tadını da çıkardım. Evin arkasında ki yokuştan boyca kaydım, kartopu oynadım.
Yorgun argın eve geldiğimde babamı sevinç içerisinde bekler buldum. Gözleri parlayarak beni kucaklayan babam şefkat içerisinde ‘nasıl olduğumu’ sordu. Bu arada son tavsiyesini de ekledi.
“İkindiyi getirdin. Bundan sonrası göz açık kapayıncaya kadar geçer.” Ardından canımın çektiklerini bakkaldan almam için elime bir on lira tutuşturu verdi. Keyfime diyecek yoktu şimdi. Bakkal açıldığından beri içimi gıdıklayan ne varsa paramın yettiğince alıverdim. Ve tabi bir de sımsıcak yumurtalı susamlı ramazan pidesi…
Pencereden dışarıda ki yoğun yağan karı seyrederken annem bir padişah sofrası hazırlar özeniyle sofrayı donatıyordu. Dışarıda ise lapa lapa yağan karın altında evlerine geç kalmış adamlar düşe kalka iftara yetişmeye çalışıyorlardı.
Babamın “Sofranı başında oturmak sevabını ihmal etmeyelim” hatırlatmasıyla birlikte annemin neredeyse öğleden beri hazırladığı, şahane kokuların geldiği sofraya oturduk. Artık gözler saatte, kulaklar ise atılacak iftar topunda idi.
Son dakikaya girdiğimizde anneannem bir an dışarı çıkıp elinde küçük pembe bir kutuyla geldi. Başımdan öperek bana aldığı hediyeyi takdim etti. Bu hayli büyükçe değerli güzel bir kol saati idi. Anneannemin hediyesini, annemin hediyesi takip etti. Annem güzel bir suluboya takımı almıştı çarşıdan. Ben ağzım kulaklarımda hediyelerin sevincini yaşarken top atıverdi. Mahalle camimizin müezzininin Allahuekber nidası yağan karlara karıştı.
Daha orucu açmış, birkaç lokma atıştırmıştım ki anneannem sevinçten, neredeyse uçacak, babama takıldı:
-Hafız, oğlumuza sen ne hediye aldın?
Babam bir an durakladı, lokmaları boğazına dizildi, nemlenen gözlerini sofradakilerden kaçırmaya çalışarak kendisinin zor duyabildiği bir sesle: “Ben oğluma bu gün oruç ibadetini hediye ettim” diyebildi.