İktidarın hakikatine de, hakikatin iktidarına da muhalif

xxx12

Zâhid-i zâhirperest ez hâl-i mâ âgâh nist

Der hakk-i mâ her çe gûyed câ-yi hîç ikrâh nist

 

(Zâhirperest zâhid halimizden haberdar değil

Hakkımızda ne derse desin hiç kerih değil)

 

Hâfız

 

Ehl-i Teşeyyu meşrebinin fıkhiyyâtı bedeni ise (Necef-i Eşref), ahlâkiyyâtı da ruhudur (Kum-i Mukaddes) ve “dışı yeşil, ama içi kızıl komünist” İmam Humeyni’nin su içtiği bardağın necis olduğu hükmüne varan beden ile, komünist imparatorluğun sonunun geldiği bir vakitte o diyarı kapitalizm tuzağına karşı uyarıp Molla Sadra ve İbn Arabi’yi tavsiye eden ruh hep çatışagelmiştir. Kıymetli düşünür Abdulkerim Suruş’un, devlete fıkhın değil, ahlâkın temel oluşturması gerektiğinden vurguyla bahsetmesinin miladını belki İmam Humeyni’nin 1989’daki vefatından sonra Ayetullah Muntazıri’nin evine ve medresesine yapılan saldırıyla başlatmak bugünkü durumu anlamamızı da kolaylaştırabilir.

 

Ayetullahiluzma Muntazıri’nin 19 Aralık gecesi uykusunda Rabbine iade ettiği son nefesiyle nihayete eren her zamanki feryadı, ahlâkiyâtın fıkhiyyât karşısındaki mağlubiyetinden doğacak dinî istibdadın fecaatine dairdi. Ve o istibdadın ayak sesleri, İran tarihinde ilk defa üstelik de “İslamcı” bir güruhun bir merce-i taklidin medresesini yakıp yıkmasıyla duyulmuş oldu.

 

Eğer başkent Tahran ve diğer şehirlerin sokak ve caddelerine sinmiş “kahrolsun şah” şiarının üzerindeki rehavet tortusu, aradan 30 yıl geçtikten sonra bu kez “kahrolsun diktatör” haykırışlarının sarsıcı tesiriyle dökülmeye başladıysa bunun başlıca sebebi, muktedirlerin varlığına anlam kazandıran “velayet-i fakih demokrasisi”nin teorik mimarı rahmetli Muntazıri’nin nasihatlarine “siyaset meydanı”nın dar edilmesi, onun ademe mahkum edilmesi, bu da yetmediğinde şiddet tekelinin olanca dehşetiyle onun ve taraftarlarının üzerine yağdırılmasıdır.

 

Dönemin Huccetulislam’ı Hamenei’yi devrimin ve ülkenin yüksek liderliğine ehil görmediği için biat etmeyen Ayetullahiluzma Muntazıri, birinci halife Ebubekir’e biat etmeyen sahabeler bahsinin etkileyici şerhlerine sahip Şii müktebesatına rağmen olmadık hakaretlere, ta’n, şiddet ve baskılara maruz kalabildi. Zaten ulemanın demokratik işleyişe nezaretini Eflatunvâri âkil adamların gözetimiyle sınırlayıp hassaten taklit mercelerini toplumun hukukunun muhafazası için güvence gören anlayışın sahibi olarak ulemanın devlet aygıtıyla ilişkisi konusundaki evrime kuşkuyla bakıyorken, bir de bürokrat dinadamı profilinin ortaya çıkması öyle anlaşılıyor ki onun damağında metalik bir tat bırakıyordu.

 

Bu nedenledir ki Muntazıri’nin, milletin hukukunu devlet aygıtına karşı savunmak ve milli iradenin sınırsız ve emsalsiz temsiline numune oluşturmak üzere tefekkür havzasına armağan ettiği velayet-i fakih düşüncesi, fıkhiyyâtın elinde devlet aygıtını millete karşı korumanın ideolojisi yapıldığından ve bu ideolojinin bürokrasisinin de dinadamları arasından devşirilmeye başlanmasından beridir İran’da sonu gelmez ve yatışmaz bir rejim krizi yaşanıyor.

 

Merhum Muntazıri’nin 1988’de İran cezaevlerinde, açıklanmayan sayıda siyasi tutuklunun hukuka aykırı biçimde idam edilmesini şahın zulmüyle mukayese etmesiyle başlayan krizin, 12 Haziran cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra, devlet aygıtının baskı, tehdit ve imha faaliyetine rağmen kitlesel patlamaya dönüşmesinin önünü kim alabilirdi ki bu durumda.

 

Merhum Ayetullahiluzma Muntazıri’yi her eğilim, düşünce, siyasi görüş ve meşrepten milyonlarca istibdad muhalifinin manevi lideri yapan şifre, iktidarın hakikatine de, hakikatin iktidarına da muhalif olmasıydı. Bu uğurda en yüksek mansıbı elinin tersiyle itip vazgeçmeyi başarabilen “usve-i hasene” olarak İran tarihinin ve insanlığın daima ihtiramla selamlayacağı şahsiyet olacaktır.