Güzel bir ramazan akşamı… Teravih sonrası çay keyfindeyiz ailece. Açık balkon kapısından hafif bir esinti gelmekte. Tavşankanı çayın yanında çocukluk aşkım kadayıf dolması. Keyifler o kadar yerindeki çocukluğumda bir kilo kadayıf için beklediğim o uzun kuyrukları bile hatırlamıyorum. Kanallar arasında gezinirken TRT Türk’te yayınlanan bir programa denk geliyoruz. Anadolu’da Ramazan yazıyor ekranın sağında. Kumandayı bırakıp dikkat kesiliyoruz.
Ah, o da ne! Erzurum’un artık bazıları rahmetli olmuş mahalli sanatçıları köy oyunlarının en güzellerinden örnekler sunuyorlar. Arada TRT’nin o zengin arşivinden seksenlerin başında kaydedilmiş eşsiz türküler. Burhan Çaçan gencecik delikanlı daha, on tane bağlamanın arasında bir tek, saçı bıyığı simsiyah olan Arif Sağ’ınki farklı yöne bakıyor.
Bir iyi geliyor ki sormayın. Kaç gündür terördü, yeni anayasaydı bunalmışım. Türkülerle neşelenip seyirlik oyunlara gülüyoruz hep beraber. Bir ezgi çok tanıdık geliyor ansızın. On üç yıl önce düğünümde çocukluk arkadaşlarımın benim için bu türkü eşliğinde oynadığını hatırlıyorum. Şimdi hepsi evlenip çoluk çocuğa karışmış, kiminin saçı dökülmüş kimi göbek bağlamış, kimi benim gibi her ikisine maruz kalmış sekiz tane fidan gibi genç ne de güzel oynamışlardı.
Şöyle bir toparlanıyorum, sesim son derece kötü olsa da eşlik edeceğim bütün hemşerilerimin bildiği bu eskimeyen Erzurum türküsüne. Ama olmuyor işte, ülkemin hazin gerçekliği burada da çıkıyor karşıma. Türkünün o çok iyi bildiğim sözlerinde bir tuhaflık var. Belki de yüzlerce yıllık “Kürdün kızı” türküsü “Köylü Kızı” oluvermiş.
Ekrandaki tarihe bakıyorum:1982… Kanunsuz, anayasasız; keyfilik, işkence ve her türlü insanlık suçuyla dolu yıllar… Cezaevlerinin utanç evlerine döndüğü, küçücük dimağlara “Andımız” faşizanlığının dayatıldığı, anaların hapiste işkence görmekten insanlıktan çıkarılmış evlatlarıyla o sınırlı görüş dakikalarında bile kendi dilleriyle konuşamadığı karanlık yıllar… Kışla dışında hiçbir geçerliliği olmayan düz asker mantığının kökü onlarca yılın derinliğine gömülmüş meseleleri “yok saymakla” yok edebileceğini sandığı yıllar…
Çok değil iki yıl sonra terör örgütü Eruh’ta ilk büyük eylemini yaptığında bile “yok sayma” mantığı hâlâ geçerliliğini korumaktaydı. Çocuktum ama iyi hatırlıyorum, merhum Özal’ın bir konuşmasında “Kürt” kelimesini kullanması mühim bir hadise olarak değerlendirilmişti. Ne acı değil mi? Şimdi bu şuursuzluğun bizi getirdiği noktanın bedelini Anadolu’nun gencecik evlatları ödüyor.
Sadece bu değildi ki yüzleşmekten korktuğumuz. O güzelim “Bakü’nün al alması” türküsünü bile biz yıllar yılı “Iğdır’ın al elması” diye dinledik. Azerbaycan Sovyet hâkimiyetindeydi o zamanlar. Maazallah “Bakü” falan dersek koca ayıyı kızdırırdık. Hem zaten Türk sadece Türkiye’de vardı, Orta Asya’dakiler Sovyet vatandaşıydı. Komünist rejim yıkıldıktan sonra bile yıllarca “Türk cumhuriyetleri” yerine “Türkî cumhuriyetler” saçmalığını kullanmadık mı?
Kendini bu milletin efendisi sayan elitistlerin artık parçalanan hâkimiyetinde geçen o talihsiz yıllarda yüzleşmemiz gereken o kadar çok şey var ki. İstiklâl Mahkemeleri, Dersim katliamı, varlık vergisi, 27 Mayıs, Sivas kampı, 12 Eylül, Diyarbakır Cezaevi, Susurluk, faili meçhuller, JİTEM, 28 Şubat… Devletin kendi vatandaşına savaş ilan ettiği tarihler ve hadiselerdir bunlar.
Bunların bedelini sadece İskilipli Atıf Hoca, Menderes, Erdal Eren, Mustafa Pehlivanoğlu ödemedi. O bedel elan bütün millet tarafından ödenmektedir. Otuz üç masum köylüyü infaz ettiren generalin isminin tam o noktadaki kışlaya verilmesi de unutulmamıştır Dersim’de sivil, silahsız köylüleri bombalayan kadının isminin bir havaalanına verilmesi de.
Yüzleşme ve özür… Devletin vatandaşı ile barışmasının ilk adımı olacaktır. Bu barış gerçekleşmeden, akıtılan kan ve gözyaşının hesabı sorulup suçlular cezalandırılmadan bu topraklarda huzurdan söz etmek için daha çok beklememiz gerekecek. Aziz milletimiz türkülerine bile el uzatanları kendi vicdanında çoktan yargılamış ve mahkûm etmiştir. Sıra her zaman ne yazık ki milletin en az yirmi yıl gerisinden gelen devlette.