Bu hafta (5-6 Mayıs) Ankara önemli bir sempozyuma ev sahipliği yaptı: "Uluslararası Hasan el Benna ve Müslüman Kardeşler".
Medeniyet ve Genç Birikim derneklerinin gerçekleştirdiği sempozyumun koordinatörlüğünü, gerek İslami ilimlere yaptığı katkı gerekse Hasan el Benna'nın ilk mütercimi değerli dostum, çocukluk ve hem imam hatipten, hem Yüksek İslam'dan sınıf arkadaşım M. Beşir Eryarsoy üstlendi. Sempozyuma İslam dünyasının her tarafından katılım vardı.
Sempozyum önemliydi, zira Arap dünyasında başlayan toplumsal patlamalar bütün bölgeyi derinden sarsmaya devam ediyor. Patlamaların takip edeceği seyir, hangi dinamiklerin öne çıkacağı, bundan sonra bölgesel siyasette hangi aktörlerin sahnede rol olacağı merak konusu. Batılı küresel güçler, patlamaları kendi mecralarına kanalize etmek için büyük gayretler sarf ediyorlar. Ancak baskıcı rejimlere, yaygın kitlesel sefalet ve adaletsizliğe, İsrail karşısında uğranılan aşağılamalara bir başkaldırı ve isyan olan patlamalarda belli ki, asıl belirleyici aktörler, eski rejim ve zihniyetleri yeni cila ve boyalarla devam ettirmek isteyenler olmayacaktır. Bunlar ister askerî kanattan gelsin ister Batılılarca fonlanan STK'lar veya siyasetçiler ve aydınlar olsun, başlayan patlama onları da içine alıp yutacaktır. Mevcut durum sürdürülemez. Bu içten, dipten gelen patlamalara "Arap Baharı" deyip tanımlama yoluyla politik ve zihinsel manipülasyon yolunu tutanların umudu Kafkaslar'da ve bazı Orta Asya Türk cumhuriyetlerindeki toplumsal değişim taleplerini Brezilya türü kadim pagan festivallere çevirip duruma vaziyet etmek istiyorlar.
Tanımlamalar önemli rol oynamaktadır. Her tanımlama bir isimlendirme ve her isimlendirme eşyayı veya sosyo-politik fenomeni temellüktür. Size objektif, masum gibi gözüken bir isimlendirmeyi kabul ettiğiniz zaman, bunu yapanın semantik müdahalesini kabul etmiş olursunuz. İki yüz senedir İslam dünyasının aydınları bu basit hakikatin farkında olmaksızın, dışarıdan gelen her tanımlamayı muhtevasını, kelami-felsefi anlam dünyasını, hangi tarihsel ve toplumsal durumlarda vücud bulduğunu araştırıp kritik etmeden kabul ediyorlar; geleneksel formu/kabuğu muhafaza ettiklerinde kendileri kaldıklarını zannediyorlar.
Oysa olup bitene başka bir perspektiften bakabiliriz. Doğru anlamak ve meşru çerçevede anlamlandırabilmek için buna mecburuz. Belirtmek gerekir ki, değişim arzusu Batı'nın bize empoze ettiği liberal mecrada akmayacak, tetikleyici unsur iki kutuplu dünyanın sona ermesiyle Doğu Avrupa'da totaliter rejimlerin çökmesi olayı da değildir. Dış dünya değişim talebini manipüle etmek istiyor, bir süreliğine bunu başarabilir de. Ama asıl dipte olup bitene baktığımızda umutlu olmak için çok sayıda sebep bulabiliyoruz.
Bu değişim talebi "dışarı"dan gelmiyor, "içeri"den fışkırıp taşıyor. "Mekanik değil, suduri"dir; "araz değil, cevheri"dir. Farabi ve İbn Sina'nın Aristo'dan devşirdikleri felsefi hurafe olan "meşşai değil, eş'ari ve işraki"dir. Modern sosyal bilimler, stratejistler, oryantalistler, islamologlar çok kafa patlatacaklar, ama bundan sonra İslam dünyasının sosyo-politik hayatında belli sebeplerin bir araya gelmiş olması belli sonuçların ortaya çıkmasını zorunlu kılmayacaktır. Zira pozitivizmle beraber çöken determinizm bu olayları açıklayamaz. Her gün her şey bizi şaşırtabilir. Öngörülerin tamamı yerine göre beklentilerin ve ihtimal hesaplarının dışında gelişebilir. Ve eğer "Allah'ın günleri"nin şafağı atmaya başlamışsa, İslam dünyasından Afrika'ya, Asya'ya, Amerika'ya ve Avrupa'nın kalbine doğru bu değişim talebi yayılacaktır. Somut işaretlerini gördük. Bu işaretleri (ayetleri) "bakan gözler" değil, "görebilen gözler" gördü.
Yeni dünyanın eşiğinde Mısır merkezlerden biridir, Mısır'da Müslüman Kardeşler de anahtar rol oynuyor. Türkiye entelektüeli Aydınlanma'nın narkozunu yemiş, gözünün önünde akıp giden ayetleri görmüyor, anlamlandıramıyor. Hasan el Benna tarihindeki seçkin ataları gibi semasında tek yıldızdı; onun yolunu takip eden şehid Seyyid Kutup da 50 sene önce dikkatleri "yoldaki işaretler"e çevirmişti.