Hiç
Çok iyi hatırlıyorum lise son sınıftayken psikoloji dersinde dürtüleri öğrenmiştik. Dürtü; bedenin ve ruhun ihtiyaçlara tepki göstermesi olarak bilinir. En çok bilinen dürtüler de açlık, susuzluk ve cinsellik. Buna bir de kadınlar için annelik dürtüsünü eklemek gerekir. Aslında bir sürü dürtüler var. Yeri gelir aşk da bir dürtüdür, müşfik davranmak da.
Prof. Dr. Nevzat Tarhan Hoca’nın bir radyo konuşmasında sonsuzluk, tatminsizlik dürtüsünden bahsetmişti. İnsan kazandığı bir şeyle yetinmiyor onun daha üstününü istiyor. Bilhassa kadınların bu dürtüde zaafları çok olduğunu belirten Nevzat Tarhan Hoca, alınan herhangi bir eşyanın en üstesini almaya çalışılır. Keza makamlarda da öyle. En üst seviyeye ulaşmak için çırpınır insan.
Bir zamanlar cep telefonlarıyla düğmesine basıp konuşulurdu. Daha sonra FM radyolusu, kameralısı derken en son olarak da 3G’lisi çıktı. Durmadan teknoloji kendini yenilerken insanın tatminsizlik dürtüsü bunlara ve bunların daha üstüne ulaşması için çabalıyor.
Siyasette de öyle. Herhangi bir partinin ilçe başkanı iken yavaş yavaş basamakları çıkarak il başkanı, belediye başkanı, milletvekili, başbakan, cumhurbaşkanı olan bir insan ondan ötesini de düşünür. “Acaba dünyaya hükmedebilir miyim?”, der ve onun için de çabalamaya çalışır.
Bitmez, tükenmez bir doyumsuzluğun içinde olan insan hiç elinin altındakiyle yetinemez.
Zirveye ulaşsan bile bu sefer gökyüzüne ulaşabilir miyim derdine girer?
Ama bir noktaya kadar. İnsan ne teknolojide en üst seviyeye gelebilir, ne makamda daha üste gelebilir, ne de gökyüzüne ulaşabilir.
İşte insan sabrın ve şükrün kıymetini bilse bu dürtüye gereksiniz kalmaz. İnsan eline geçene şükredebilse, ulaşamadığına da sabredebilse hiçbir sorun kalmayacak.
Şimdi bununla ilgili çok hoş bir hikâye var. O hikâyeyi dinleyince tatminsizliğin de sonuçta bir hiç olduğunu çok iyi göreceğiz.
Aslında hiçliğin içinde yer aldığımızı çok iyi anlayacağız.
“Çok eski zamanda bir hükümdar varmış. Bu hükümdar halkın içine girmiş. Hükümdar halkın içine girince herkes el pençe divan durmuş sonsuz saygı ve hürmetlerini gösteriyormuş.
Herkes saygı ve hürmetlerini gösterirken adamın biri hiç istifini bozmamış ve bir kenarda oturuyormuş.
Hemen adamın yanına hükümdarın adamları gelmiş ve onu uyarmış. O yine de istifini bozmamış.
Hükümdar bir hışımla yanına gelmiş;
- Bre adam sen nasıl böyle duruyorsun?, demiş
Adamcağız da hükümdara acır gözle bakarak aralarında şöyle bir konuşma geçmiş;
- Niye bozayım ki,
- Ben koskoca hükümdarım, ya sen nesin ki?
- Ben de Allah’ın bir kuluyum ve hiçim. Ama sen sadece hükümdarsın.
- Sen bir hiçsen niye benim yanımda istifini bozmuyorsun?
- Sen bir hükümdarsın ama daha sonra ne olacaksın ki?
- Bu kıtaya hükmedeceğim.
- Peki, daha sonra
- Dünyaya hükmedeceğim ve dünya hükümdarı olacağım.
- Ondan sonra ne olacaksın?
- Hiç.
- Ey hükümdarım sen hiç olmak için o kadar uğraşırken ben şimdiden hiç oldum, diyerek aslında hükümdara büyük bir ders vermiş.
Bizler de aslında bir hiçiz. Bu dünyadan göç ederken herkes gibi sadece kefenimizle gidiyoruz. Ondan başka hiç bir şey almıyoruz yanımıza.
Aslında bu hikâyeden çok ders çıkartmalıyız.
Eğer bundan ders çıkartmazsak asıl o zaman koskoca bir hiçiz.