Hesaplar Başka Başka

Haşim AKIN

Ah bir imkân bulsaydı söyleyeceği o kadar çok şey vardı ki… Elbette son pişmanlık fayda vermiyordu. Aslında o söylemek istediklerini kendisi için söylemeyecekti. Durmadan üzerine çöken amellerinin neticesinden, kendisini nelerin beklediğini anlamıştı. Kendisinin amel defterinin kapandığını biliyordu. Amel defterini açık bıraktıracak bir hazırlığı da yoktu. Bu karanlık kabrin içinde yalnız başına kalacaktı. Burada ona rahat bir hayatı hediye edecek salih amelleri de yoktu. Bunu inkâr etmenin faydası kalmamıştı. Az sonra evlatları ve ailesi ayrılıp gidecekti. Hem de dünya ve dünyalığa ait her şeyi alıp gideceklerdi. Yukarıda yeni bir kavga ve yarış başlayacaktı. Kısa sürede onun ölümü unutulacak, “ölenle ölünmüyor ki kardeşim!” deyip hırsla sarılacaklardı.

Bunu bildiği için onlara sesini duyurmak istedi. Bir an çektiği acıları unuttu ve yukarıda okunan Yasin suresine kulak verdi. Ne de güzel şeyler söylüyordu. Hayattayken kulak vermediğine öyle pişman olmuştu ki… Babası ölünce de evinde günlerce okunmasını istemişti. Evinde okunmuştu ama anlamamış, kalbine ve hayatına ondan bir şeyler yansıtamamıştı. Şimdi çok farklı ve geri dönülmez bir yerdeydi. Mesela bir ayette şöyle deniyordu kitabın sahibi; “Yine onlara, “Allah’ın size bahşettiği nimetlerden bir kısmını yoksullar için harcayın!” denildiği zaman, hakikati inkâr edenler, inananlara şöyle derler: “Allah’ın dileseydi doyurabileceği —fakat doyurmadığı— kimseleri biz mi doyuracağız? Allah fakir edecek, biz besleyeceğiz, öyle mi? Allah onlara vermemişken bize ne oluyor? Biz daha mı merhametli, daha mı adaletliyiz? Ey Müslümanlar, siz düpedüz yanlış bir yoldasınız!” derler.” (Yasin 47) Sanki tam da kendisini tarif ediyordu. Sadece kendisi değildi. Çevresinde bu tanıma uyan ne de çok arkadaşı vardı. Yasin suresi okuyup da bu ayetlere kulak tıkamak ne kadar da büyük bir ahmaklıktı.

Ayeti duyunca acı acı gülümsedi. Öyle bir gülümsemeydi ki kalbine ok gibi saplanmıştı. Çünkü kendisi de aynı hatayı yapmıştı. “Ben çalıştım ben kazandım” demişti. “Madem Allah bu garipleri doyurmak istiyor onun hazinesinde çok. Bana ihtiyacı yok ki… Onlara bol bol verseydi ya” demişti. Şimdi bağırdı kabrinden yukarıya “Vallahi öyle değil! Vallahi bildikleriniz yanlış! Gittiğiniz yol yanlış! Ama benim bu yanlışı anladığım yer, dönüşü olmayan bir nokta. Şimdi anlamış olmamın kimseye bir faydası yok artık. Ne olur dinleyin Allah'ın emirlerini…” ama ne sesi ne nefesi kimsenin kulağına erişmiyordu.

Onlar ölülerin sözünü dinlemezdi ama dirilerin sözünü de dinlemiyordu. Kendisi de dinlememişti vaktiyle. Herkesin kendi nefsine uyduğu, arzularına takılıp yürüdüğü ve hevasını putlaştırdığı bir dünyada “Allah’ın ayetlerine kulak verin!” cümlesini kimse duyamıyordu. Şeytana suç bulmak geçti içinden ama vaz geçti. “Sanki şeytan bana zorla mı yaptırdı? Ben hakkın yolunda olmak istesem şeytan bana ne yapabilirdi ki?” diye mırıldandı ve vaz geçti.

(Mahşerde:) "Ey suçlu-günahkârlar, bugün siz (artık Müminlerden ayrılıp) bir yana çekilin!" (diye horlanacaklardır.) (Yasin 59) ayetini dinleyince beyninden vurulmuşa döndü. Zira ayrılmışlardı zaten onlardan. “Dünya yaşamında gönlümüzü ayırmıştık müminlerden. Gözümüzü ayırmıştık, yaşantımızı ayırmıştık, göz göze bile gelmekten kaçınırdık… Mahallemiz, evimiz, işimiz ve her şeyimiz ayrıydı. Şimdi bizim unutup onların hatırladığı Allah'ın huzurundan kovularak Müslümanlardan ayrılacağız öyle mi?” dedi. Yalvaran ama umuttan uzak bir sesle; “Ben buraya döndüm artık. Keşke siz ölmeden önce hazırlık yapsaydınız. Sonra pişman olmasaydınız” diye çırpındı.

O sevdiklerine mesaj yollamanın ve aynı pişmanlığı yaşamaktan korumaya çalışmanın derdindeydi ama yerin üzerinde başka hesaplar, başka hazırlıklar vardı. Kabirden eve dönülecek, taziyeler kabul edilecek, gelen misafirlere yemek ikram edilecekti. Bir yanda acıları varken öbür yanında “ele güne karşı rezil olmamak!” için her şeyin kusursuz olması isteniliyordu. Durmadan birilerine talimatlar yağdırılıyordu. Hem de ölenin ruhu için(!) yenilecekti. Dünyada yedirmediği yemeği öldükten sonra çocukları yakınında bulduğu üç beş zengine ve akrabaya yedirince sanki ölenin cennete gideceğini inanmışlardı. Gerçi şimdi fakirleri nasıl arayacaklardı? Tüm hayatları uzaktı onlardan. “Sosyal hayat ve sosyal çevre” diye uyutmuşlardı kendilerini. Ah bu insanlar! Allah'tan korktuklarından daha çok korkuyordu çevrelerinden. Başkalarının değer yargılarını Allah'ın rızasından daha çok ön plana koyunca ne de komik oluyorlardı…

Gözünde dayanılmaz bir sızı hissetti. Neler oluyor diye doğrulmak istedi ama ona gücü yetmedi. İzin de verilmedi. Burada doğrulmak da yokmuş. Neler oluyor derken cevap gecikmedi. “Dünyadaki kaçamak bakışlarının karşılığı bunlar. Harama karşı koruyamadığın gözlerin bunu çekecek artık.” Pişmanlığın boğazına attığı düğümü yutkunmadan kulaklarında başladı başka bir işkence. “Bu da işitmekten kaçamadığım günahlarım için mi?” dedi. Hele kalbine çöken bir acı vardı ki onun tarifi hiç mümkün değildi.

Günahların bedeli ödenecekmiş. Ne de kolaydı konuşuvermek, bakıvermek, tutuvermek, itivermek… Kabir hayatında azap olarak kendisini başka nelerin beklediğini bilemeden sustu.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.