Hayo…
Bir ramazan hikayesi,
-Oruca da zam yapmış-
Evlerinin önündeki iki dut ağacından birisinin meyvesi mor idi. Muhtemelen aynı yıl dikilmiş olmalılar ki boyları da dalları da neredeyse aynı uzunlukta bu iki ağaç adeta ikizdiler. Bizler henüz ilkokul 3.-4.sınıf öğrencisi olduğumuzdan, gerek ayaklarımızın uçlarına basmak suretiyle elimizi uzattığımızda dutlara ulaşır gerek se dallarına bir kedi çevikliğiyle tırmanır ve tıka basa yerdik yaz aylarında. Nedendir bilinmez bir müddet sonra mor dut veren ağaç kurudu ve odun olarak kesildi. Lakin yerine başkaca bir ağaç dikilmedi ve artık orası komşumuzun bir akrabasıyla ortaklaşa satın aldığı Fiat marka traktörün park yeri oldu.
Evlerimizin üzerleri toprakla kaplı, hiç birisinde çatının olmadığı vakitlerdi o yıllar. 1960'lar ve önceki tarihte yapılan evlerin tamamı istisnasız kerpiçten inşa edilen tek katlı, bazıları da yine kerpiçten örülen duvarlarla çevrili avluya sahipti. Damlarında yağmur sonrasında ismine “loo” denilen çoğu kere taştan yontulmuş iki ucunda açılan oyuklara demir çengellerin takılarak çekildiği ve zemini sıkılaştırmakta kullanılan silindir ağırlıklar yer alırdı. Ne kadar loolarsak loolayalım -toprak damın silindirle sıkılaştırması bu şekilde adlandırılırdı- fazla yağan yağmur suları evin içlerine belli noktalardan damlardı. Tavandan su damlayan yerlere birer küçük tencere yahut tepsi konulur ve sular daha sonra tahliye edilirdi.
Hayogil ile liseden mezun olduğumuz yıla hatta üniversite öğrenciliğimiz döneminde de Çoğulhan Kasabasında komşuluğumuz devam etti. Uzun boylu ama zayıf pek nüktedan birisiydi. Sanki o yıllarda, koca kasabada bize göre, sanki büyükler hiç şaka yapmazlardı kendi aralarında. Hayo hariç. O ne yapar eder konuşması arasında nükteli cümleler katardı. Belki de bu sebeple olsa gerek, biz çocuklarla arası hep iyiydi. Ona ne ağabey ne de amca diye hitap etmez, lakabıyla seslenirdik. Kendisi de lakabına o kadar alışkandı ki ne buna gocunur ne de bir yanlış anlardı. Zaten çocukları ve yakın akrabaları da “Hayom” dile seslenirlerdi kendisine…
Uzun kış gecelerinde evinin soba yanan tek odasına doluşur, komşularımızdan Peri Bacı’nın içerisinde mutlaka yılanların padişahı olan Şahmeranın yer aldığı masallar dinlerdik. Zaten odanın duvarında da Arıştıl köyden Aynacı Duran’ın üzerinde Şahmeran resmedilen bir aynası yer almaktaydı. Aynadaki Şahmeranın başı her ne kadar kraliçe güzelliğinde bir kadını tasvir etse de bize anlatılanları tatlı bir kortuyla dinlerken, bir taraftan da tüylerimiz diken diken olurdu.
Sanırım o sene 1970’lerin sonlarıydı. Ramazan ayı temmuz-ağustos dönemine denk gelmiş ve ciddi sıcaklıklarda oruç tutuluyordu. Hatırı sayılır sayıda çifti ailesinin yaşadığı kasabada, insanlar sahurdan itibaren tarlalara çalışmaya giderlerdi. Ve kasaba ahalisinin büyük bir kısmı 3-4 km mesafedeki tarlalarına yürüyerek ulaşır ve öğleden sonra da oruçlu olduklarından, yorgun argın bir vaziyette aynı şekilde de evlerine dönerlerdi. Öyle ki öğle vaktine yaklaşıldıkça, gökteki güneş, tarlalarda çalışanların tepesinde adeta bir ateş yığınına dönerdi. Arazilerinin yakınlarında akarsu yahut pınar olanlar, diğerlerine göre daha şanslı olduklarından buralardan kovalarla temin ettikleri suları, taslarla başlarından aşağı döker ve nispeten serinlerlerdi.
İşte o yıllarda komşumuz da bir traktörü ortak olarak başka birisiyle satın almıştı. Zaman, başta akaryakıt başta olmak üzere, birçok temel gıda ve tüketim maddesinin bulunamadığı, karaborsa kelimesini herkesin ezbere bildiği dönem çoktan başlamıştı. Hatta belediyelerin tanzim satış adıyla çalıştırdıkları işletmelerde, halka günlük ihtiyaç maddelerini temin edip satışa sunmak için çok ciddi çaba sarf ettiği ve “kuyruklu yıllar” olarak bilinen dönemdeydik. Hayo da maalesef traktörünün deposunu dolduracak kadar mazot bulmakta zorlanıyordu. Bazan akaryakıt istasyonlarında günlerce mazot/benzin olmuyor, tankerin günlerce gelmeyeceği söyleniyordu. Yahut da geldiğinde de bir iki saatte yakıt bittiği için çoğu kere kimsenin ruhu bile duymuyordu.
Ayrıca beldede yapılan belediye başkanlığı seçiminde Halk Partili -CHP’ye halk parti denilirdi- aday seçilmişti. Yani Belediye Reisi Ecevit’in partisindendi. Hayo Adalet Partili olduğu için Halk Partisi lideri Ecevit’ten pek de hazzetmezdi. Olacak ya o yıl yokluklar ve zamlar alıp başını gittiği gibi bir de Ramazan ayı 30 gün idi. Komşumuz “Bakar mısın şu Ecevit’e oruca da zam yaptı” diye eleştirirdi Başbakanı. Oysa aynı Ecevit bölgede, daha 4-5 yıl önce “Kıbrıs Fatihi”, “Karaoğlan” gibi sıfatlarla anılır, giydiği gömlek sebebiyle mavi rengin bir tonuna “Ecevit Mavisi” denilirdi. Lakin zamlar ve yokluk halkı adeta canından bezdirmiş bulunuyordu.
Oruç sebebiyle tenkite uğrayan sadece Başbakan değildi tabi. Kadir gecesi camide vaaz eden imam, “Aziz cemaat, hüzünlenip ağlayalım. Şehri ramazan sona eriyor. Bir daha ki seneye kim öle kim kala. Bugün camiyi dolduranlardan kim bilir hangimiz önümüzdeki ramazana kavuşacağız…” şeklindeki cümleleri sebebiyle gıyabında da olsa Hayo’nun sözlerinden nasibini alıyordu.
“Şu hocaya bakar mısın arkadaş! Sabah namazından sonra kuşluk vaktine kadar evinde uyuyor. Öğleye yakın bir zamanda cami avlusuna gelip soğuk suyla abdest alıp, serinliyor. Namaz sonrası kah ağaç gölgesinde, kah iki adım ötede olan evinde dinleniyor. İkindi vakti gelince zaten akşama ne kalıyor ki! Her akşamda birimizin evinde iftara misafir. O ne hayat, gel keyfim gel. Böyle imamlığı ben de yaparım. Hele sen gel de bir gün bizim tarlada güneşin altında yarım gün çalış bakalım. Oruç bitiyor diye sevinecek misin yoksa üzülecek misin…” şeklinde bazan sinirliymiş gibi kaşlarını çatarak bazan gülümseyerek/gülerek imama cevap yetiştiriyordu ertesi gün.
Hanımıyla, kimi zaman evlerinin içinde, kimi zaman kapıda, bazan da tarla-tabanda, çoğu kere yarı şaka yarı ciddi tartışırlardı. Tabi bu tartışmalar yıllar öncesine ait kimi hadiselerde işin içine katılmasıyla renklenirdi. Komşumuzun eşi başka bir köyden gelin gelmişti. Bu sebeple midir bilmem ismi tüm kasabada “gelin bacı” olarak anılır, asıl adını pek kimse bilmez yahut hatırlamazdı. Meğer komşumuz, evlilik öncesinde kasabamıza 4-5 km mesafede yaşayan hanımını da daha öncesinden tanımazmış. Hatta aileler de birbirine tanış da değillermiş. Bizim kasabadan evlenen o köyden birisinin tavsiyesi üzerine delikanlı kızı görmeye gitmiş. Meğer kız da o gün tarlada pancar çapalıyormuş. Delikanlı uzun boylu olup, bir anlamda görücü gittiğinden kasabadan Hasan isimli bir arkadaşının yeni diktirdiği şalvarını da bir günlüğüne ödünç alıp giymiş.
Olayın bu kısmından sonrasına dair iki ayrı rivayet var. Kızın anlatımında hadise, “Baktım ki uzaktan bizim tarlaya doğru sadakacı (yani dilenci) kılıklı birisi geliyor. Ancak giydiği şalvar acer (yeni) olmakla birlikte, paçasından pijaması sarkmıştı. Görüntüsü de bir garipti zaten, vaziyetinden bihaberdi. Ne işi var ki bunun tarla tapanda dedim kendi kendime…” şeklindeyken, delikanlı ise “Geldiğimi uzaktan görünce baktı ki filinta gibi birisiyim. Elindeki çapa keserini gözlerini benden alamadığı için ayak parmaklarına vurdu ve çığlık attı. Güya ayağının ağrısıyla bağırmış gibi yaptı ancak ben anladım ki görür görmez bana vuruldu…” oluyordu.
Konu-komşunun hatta tüm kasabanın hatırını saydığı bu insanların kendileri de hiç kimseye karşı kötü söz ve davranışları duyulup görülmemişti. Beş kız sahibi ailenin hiç oğlu olmamıştı. İlginç bir şekilde komşumuzun ağabeyinin de altı oğlu vardı hiç kızı yoktu. Sonraki dönemde tarafların çocukları büyüdü ve ağabeyin oğullarından ikisi kız amca oğullarıyla evlendi. Şu anda her ikisi de rahmetli olan Hacı Veli amca ile Hatice Abla’nın, kızları, damatları ve bir kısmını tanımasam da torunları bulunuyor.
Bu gece yatsı ezanını işittiğimde, camiye doğru giderken son teravihin eda edileceği düşündüm ve bu yıl ramazan ayının otuz gün olduğunu hatırladım. Komşumuzun vaktiyle Başbakan’a, “Her şeyin fiyatını artırdığı yetmedi, şimdi de oruca zam yapmış!” dediği aklıma geldi bunca yıl sonra...