Ramazan günlerinin en tatlı ve unutulmaz günleri dost ve sevdiklerimizle iftar sevincimizi paylaştığımız günleriydi. Koronavirüs salgını sebebiyle geçen 2020 Mart ayından beri olağanüstü bir dönem yaşıyoruz. Geçen yıl Ramazan’da sofralarımıza dostlarımızı, akrabalarımızı ve kardeşlerimizi davet edemedik. Yaşadığımız burukluk bu Ramazanda da devam etti.
Üniversite öğrenciliğim Ankara’da geçti. 1981’de başlayıp 1986’da tamamlanan öğrencilik yıllarımın en unutulmaz kesitleri kardeşlerimizle bir şeyleri paylaştığımız anlardır.
Geçtiğimiz haftalarda fakülteden arkadaşlarımızın oluşturduğu sosyal medya grubumuzda eskimeyen ve pörsümeyen özelliklerimizi, güzelliklerimizi, kardeşçe tek yürek olduğumuz günleri yad ettik.
Hemşehrim ve fakülte arkadaşım Yunus Yiğiterol bir hatırasını paylaştı. Bazılarımızın, “Böyle güzel insanlar kaldı mı dünyamızda?” diye sormamıza sebep olacak bir “ağabey”in kulakları çınlatıldı. Onun adını kısmen gizleyerek bu yürek titreten hatırayı mübarek şu Ramazan gününde paylaşmak istiyorum. Yaşanmış bu gerçek hikâyeden ben kendi payıma düşen dersleri almaya çalıştım. Hayırlara vesile olmasını ve adına kısmen kararttığım “kahraman”ımıza benzer güzel insanların sayılarının artması dileklerimle…
***
Fakülte yıllarından bir Ramazan hatırası
Yıl 1985, Fakülte 1. Sınıftayız. Evimiz Yenimahalle 6. durakta. Evde toplam dokuz arkadaşız. O günün şartlarında bir evin tüm ihtiyaçlarını ancak karşılayabiliyoruz. Oturduğumuz mahallede, birkaç ortaklı alışveriş merkezi sahibi, belki birçok kardeşimizin tanıdığı, C. O ağabeyimiz, hikâyemizin kahramanı.
Ramazan ayından bir hafta kadar önce C. ağabey evimize kadar geldi. Hasbelkader evin sorumlusu olarak bana, evde kaç kişi olduğumuzu sordu ve Ramazan ayı boyunca bize evinden yemek getirmek istediğini, şayet bir yere davet edilirsek önceden kendisini haberdar etmemizi söyledi. Ben biraz mahcup bir şekilde kendisine arkadaşlar adına teşekkür ettim, duygulandım. Evdeki arkadaşlara bu güzel haberi verince her biri çok sevindi. Şimdi biraz tuhaf gelebilir ama öğrenci evinde kalan bizler için, Ramazanın her günü ev yemeği gelecek olması büyük lükstü o zaman…
Derken Ramazan ayı başladı. C. ağabeyimiz her gün düzenli olarak ve iftara yaklaşık yarım saat kala en az üç çeşit sıcak yemeği bizzat getiriyor, biz de bir önceki gün gelen yemeklerin kaplarını teslim ediyorduk. Menüde bir ana yemek, beraberinde pilav ve tatlı bulunuyordu genellikle. Bir gün hariç tüm Ramazan boyunca yemeklerimiz hep iftardan yarım saat önce gelmişti. İstisna olan o günde yaşadıklarımız ise bu hikâyenin can alıcı kısmı. Fakülte mescidinin önünde sohbet ederken vakfımızın başka bir evinde kalan iki arkadaş, “Bu akşam iftara size gelebilir miyiz?” diye sorunca biz de, “Memnuniyetle” dedik.
Birlikte eve geldik. İftara birkaç saat vardı, oturduk, sohbet ettik. Bu arada misafir gelen arkadaşımızın birisi (ismi mahfuz) biraz iştahlı, heyecanlı, arada bir odadan dışarı çıkıyor, mutfağı dolaşıyor, evde iftar için hiçbir hazırlık olmadığını görüyor ama bize de soramıyor. Nihayet dayanamadı ve “Arkadaş! İftar için hiçbir hazırlık yok, akşama bize ne ikram edeceksiniz” dedi. Ben de gülerek, “Misafir umduğunu değil bulduğunu yer, hiç bir şey bulamazsak ekmek-tuz ikram ederiz” dedim. Arkadaşımız biraz bozuldu ama yapacak bir şey yoktu.
Nöbetçi kardeşimiz, yer sofrasını serdi. Hep yer sofrasında yemek yer, bir ayağımızı dikerek oturur, yemeğe tuzla başlardık. Sofraya ekmek, çatal-kaşık ve tuz ile birlikte, gelecek yemeğin ne olduğunu bilmediğimiz için ihtiyaten yoğurta bol su karıştırılarak elde ettiğimiz ayran dolu iki sürahi koydu. İftar soframızın manzarası aynen anlattığım gibiydi.
Nihayet iftara yarım saat kala bizler ev sakinleri olarak yemeğin gelmesini bekliyoruz, misafir arkadaşlara da sürpriz olsun istiyoruz. İftara yirmi dakika var, C. ağabey ortalıkta yok, on beş dakika kaldı yine yok, on dakika kaldı yine yok. Bu defa ev sahibi olarak bizler de telaşlandık. Nihayet akşam ezanı okunmaya başladı. Misafirlerimiz öfkeli, biz mahcup öylece ezanı dinliyoruz.
Tam o anda kapının zili çalınca ben fırladım, kapıyı açtım. Karşımda C. ağabey, elinde yemek kapları, terlemiş, nefes nefese kalmış. Elinden yemekleri alıp arkadaşlara verdim, arkadaşlar hızlıca servis yaparken C. ağabey de geç kalış hikâyesini anlatıyor ayaküstü. Hanımı evde yemek pişirirken bir ara evin önüne çıkmış, o sırada rüzgârla birlikte kapı kapanmış. Yenge hanım çaresiz, komşuya gidip C. ağabeyin işyerine telefon etmiş. C. Ağabey eve gelmiş, kapıyı kendi anahtarıyla açmak istemiş ama arkasında anahtar takılı olduğu için kapı açılmamış. Hemen bir çilingir aramış. Çilingir de herkes gibi iftardan önce evine gitmiş meğer. C. ağabeyimiz, arabasıyla çilingiri evinden alıp getirmiş, kapıyı açtırmış, sonra tekrar evine bırakmış. Evine gelip bizim yemekleri almış ve iftardan önce yetiştireyim diye nefes nefese bizim eve ulaşmış…
Biz biraz sevinç biraz da mahcubiyetle teşekkür ettik kendisine. Onu uğurladıktan sonra yer soframıza oturup, içine ihlas ve samimiyet katılmış leziz yemekleri yedik. O iftar yemeği hayatımın en unutulmaz hatırası olarak hafızama ve yüreğine nakşoldu.
Bu vesile ile Allah’tan C. ağabeyimize sağlıklı, hayırlı uzun ömürler diliyorum. Allah kendisinden ve hanımından razı olsun. Bu mübarek günde o günleri yâd etmemize vesile oldular.
***
Zeyd İbni Hâlid el-Cühenî’den (r.a.) rivayet edildiğine göre Nebî (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Kim bir oruçluyu iftar ettirirse, oruçlu kadar sevap kazanır. Oruçlunun sevabından da hiçbir şey eksilmez.” (Tirmizî, Savm 82)