Tabular, bu tabuları koyanların kendilerine güvenmediklerini gösterir. Tabular, korkular ve düşman icatlarıyla ayakta tutulabilir ancak; ve orada sapla saman birbirine karışır, insanların zihinleri allak bullak olur, yalan-dolan hükümfermâ olur, gerçekler hasıraltı edilir.
Tabular, sadece canlı cenazeler üretir; insanları tabutlaştırır ve ruhsuzlaştırır: Gözünü kör eder, zihnini tarumâr eder, vicdanını yok eder insanların. O yüzden tabular, (Sovyet tecrübesinde gördüğümüz gibi) bir gün yıkılmaya; korku ve düşman icatlarıyla çarpıtılan gerçekler, er ya da geç, gün ışığına çıkmaya mahkûmdur. Çünkü tabularla, yalanlar ve çarpıtmalarla yaşanamaz.
Şu ân Batı uygarlığı, kendi dışındaki bütün medeniyetleri ya yok ettiği; ya da fosilleştirerek etkisiz hâle getirdiği için, korkularla ve hayalî düşman icatlarıyla ayakta durabiliyor. Batı uygarlığının omurgasını oluşturan sekülerlik, en büyük tabu katına yükseltilmiştir. Seküler olmayan dünya tasavvurları, metafizik hakîkatler, ya seküler algılama biçimlerine göre tarif ediliyor ve böylelikle tanınamaz hâle getirilerek tahrif ve tahrip ediliyor; ya da yok sayılıyor.
Bu söylediklerime şöyle bir itiraz yöneltilebilir: Batı'da her şey eleştirilebiliyor; bu anlamda, Batı'da tabu diye bir şeyden sözetmek ne kadar mantıklı?
Evet Batı'da her şey eleştirilebiliyor ama hangi açıdan? İkincisi de, Batı'da tabu diye bir şey yok mu gerçekten?
Batı'da her şeyi eleştirebilirsiniz; ama tek bir açıdan eleştirebilirsiniz: Sadece hâkim yani seküler paradigmanın içinden. Hâkim paradigmanın dışına çıktığınız zaman, bırakınız eleştirebilmeyi, sizin varolabilmeniz, kendiniz olarak, nasıl inanıyorsanız öylece yaşayabilmeniz imkânsızlaşır: Çünkü hâkim paradigmanın dışına çıktığınız ândan itibaren marjinalleştirilirsiniz; gettolara mahkûm edilirsiniz; ötekileştirilir ve böylelikle etkisiz hâle getirilirsiniz; yani fosilleştirilirsiniz.
Türkiye'de, hâkim paradigmanın içinden de olsa eleştiremezsiniz; tabulara dokunamazsınız: Tabulara dokunduğunuz ân, "yanarsınız".
Peki, tabuların bu kadar sert şekiller alması, ancak "polisiye yöntemler"le koruma altına alınması, neyin göstergesidir? Elbette ki, Türkiye'deki tabuların zorla, tepeden dayatıldığının ve bu tabuları "polisiye yöntemler"le dayatanların kendilerine güvenlerinin olmadığının bir göstergesidir.
Yeri gelmişken söylemekte yarar var: İslâm'da tabu yoktur: Her şey tartışılabilir ve eleştirilebilir'dir. İslâm'da emirler ve yasaklar vardır; bunlara uyup uymamak kişinin özgür iradesine ve vicdanına bırakılmıştır. Yasaklar, insan hayatının, inancın, aklın, "mal"ın ve neslin tehlikeye girdiği durumlarda işletilir.
Bugün Atatürk'ün ölümünün üzerinden 70 yıl geçmesine rağmen, üretilen zoraki tabular nedeniyle kafamızdaki Atatürk portresi çok karışık. Solcuların, milliyetçilerin, Atatürkçülerin ve İslâmcıların Atatürk'ü, neredeyse taban tabana zıt! Ama solcuların da, milliyetçilerin de, Atatürkçülerin de, İslâmcıların da zihin kalıpları aynı! Buyurun buradan yakın!
Bugün size, Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri başlıklı kitaptan (c. II, s. 140-141) bir hayli düşündürücü, belki de "ezber bozucu" bir alıntı yapacağım. Mustafa Kemal "Konya Gençleriyle Konuşma" başlığıyla aktarılan konuşmasında şunları söylemiş:
" Bozuk zihniyetli milletlerde ekseriyet-i azîme [büyük çoğunluk, yani halk] başka hedefe, münevver denen sınıf başka zihniyete maliktir. Bu iki sınıf arasında zıddıyet-i tâmme, muhalefet-i tâmme vardır. Münevveran, kitle-i asliyeyi kendi hedefine sevketmek ister; kitle-i halk ve avam ise bu sınıf-ı münevvere tâbi olmak istemez. O da başka bir istikamet tayinine çalışır. Sınıf-ı münevver, telkinle, irşadla kitle-i ekseriyeti kendi maksadına göre iknaa muvaffak olamayınca başka vasıtalara tevessül eder. Halka tahakküm ve tecebbüre [zor kullanmaya] başlar; halka istibdatta bulunmaya kalkar. Artık burada asıl tahlîlî noktaya geldik: Halkı, ne birinci usul ile, ne de tahakküm ve istibdat ile kendi hedefimize sürüklemeğe muvaffak olamadığımızı görüyoruz. Neden?"
Atatürk, sorduğu soruya kendisi cevap veriyor: Aydınlarla / elitlerle halk arasında bir uçurum olduğunu; elitlerin / aydınların fikirlerinin, "milletimizin ideal ve ruhuyla ilgisinin olmadığını"; bu dünyada esaslı şeyler yapabilmek için "asıl temeli kendi içimizden çıkarmak", "milletimizin tarihini, ruhunu, geleneğini sahih, salim ve dürüst bir nazarla görmek zorunda olduğumuzu" söylüyor.
Atatürk'ün söyledikleriyle bugün geldiğimiz nokta, taban tabana zıt bir görünüm arzediyor. Bu yaman çelişkiyi, Attila İlhan, "İnönü diktası"nın ve kapıkulu gibi çalışan yetersiz, yeteneksiz entelijansiyasının "cinayet"leriyle açıklamamız gerektiğini söylüyor.
Cuma günkü yazıda, bu önemli tartışmayı sürdüreceğiz