HANEFİ Avcı’nın ortalığı karıştıran, büyük yankı uyandıran kitabını aldım...
Okuyorum...
Okuyanların yaptığı özetlere bakıyorum...
Gazetelere yansıyan “bomba iddialar” başlıklı bölümlerin altını çiziyorum.
Sonuçta Hanefi Avcı’nın söyledikleri aşağı yukarı şunlardır:
- “Türkiye’yi artık Fethullah Gülen cemaati yönetiyor...”
- “Her tarafa sızmış durumdalar...”
- “Polisi ele geçirdiler...”
- “Yargıyı ele geçirdiler...”
- “Türkiye bir cemaat ülkesi haline geldi...”
- “Ergenekon cemaat işi...”
- “Baykal’ın kasedi cemaat işi...”
* * *
Bunlar “yeni”, “hiç bilinmeyen”, “bu zamana kadar hiç duyulmamış” şeyler değil.
Cepheleşmiş Türkiye’de, epey süredir bir tarafın inandıkları ve inanmak istedikleri türden iddialar...
Açık söyleyeyim:
Bazen öyle gelişmeler oluyor ki, ben de bu türden bir kuşku denizinin içinde buluyorum kendimi.
Ama yine de “Her taşın arkasında cemaat var” yaklaşımının kolaycılığına kendimi teslim etmek istemiyorum.
Daha doğrusu bu tür “kestirme” yaklaşımların hiçbir sorunu çözmediğine, çözemeyeceğine inanıyorum.
İşte bu nedenle Hanefi Avcı’nın kitabına can simidi gibi sarıldım.
Ondan kuşkuları dağıtmasını, olayı somutlaştırmasını bekledim.
Fakat ne yazık ki...
Hanefi Avcı’nın kitabı, ne “kasabanın sırrı”nı açığa çıkarmayı sağlıyor, ne de bir “şehir efsanesi”ni somut gerçeğe dönüştürebiliyor.
Kitap baştan sona...
İnançlar, kanaatler, kanılar, sanmalar üzerine kurulmuş...
Somut tek bir suçlama, tek bir delil, tek bir kanıt, tek bir isim yok.
* * *
Hanefi Avcı, bizdeki “Sanıktan delile gidilir” anlayışını “Delilden sanığa gidilir” anlayışıyla değiştirmek için çaba sarf etmiş değerli bir polis şefidir.
Keşke aynı yöntemi, kitabında da deneseydi de, “sonuçtan delile gitmek” yerine “delilden sonuca gitme” anlayışına sadık kalabilseydi.
Yani “Her taşın altında cemaat var” tezine uygun kanaatler ve iddiaları bulmak için çırpınacağına...
Önce kanıtlar ve delilleri bulsa, sonra da “Her taşın altında cemaat var” yargısına ulaşsaydı...
Çok daha inandırıcı, çok daha ikna edici ve çok daha hayırlı bir hizmet yapmış olurdu...
Artık sevmediğim şeyler
ŞİİR Yaşlandıkça şiirden uzaklaşıyorum. Şiir denilince aklıma şunlar geliyor: Mutantan sözler, muğlak göndermeler, kelime cambazlıkları, tumturaklı vurgular, zorlama soyutlamalar... Dizeler derdime derman olmuyor. Eskiden melankoli çırpınışları içinde okuduğum güzelim şiirler bile bugün bana manasızlığın zirvesi gibi geliyor. Şair artistliğinden öyle bir bıkmışım ki, şiire elimi bile süremiyorum.
FIKRA DİNLEMEK Biri çıkıp “Adamın biri bir gün...” ya da “Temel bir gün...” diye anlatmaya başlayınca, etrafımdakilere bakıyorum, hepsinin yüzünde az sonra kahkaha patlamaya ayarlanmış bir yüz ifadesi... Bende ise daha en başta oluşmuş bir bıkkınlık. Katiyen dinleyemiyorum. Bittiğinde gülemiyorum. Öyle zorlama, öyle yapay geliyor ki...
FANTASTİK Çocukken pek severdim içinde devler, periler, Anka kuşları geçen masalları... O yüzden masalların yerini alan fantastik edebiyattan da bir süre hoşlanmaya devam ettim. Ama artık o dönem de kapandı benim için. Sanırım gerçekçilik hastalığından mustarip olmaya başladım.
SİNEMA Sanırım bütün iyi senaryolar yazıldı, bütün iyi filmler çekildi, bütün iyi oyunculuklar sergilendi... Artık sinema salonları, ikinci yarısını seyretmeye değer bulmadığım filmlerin işgali altında... Bundandır kendimi evde klasik film DVD’lerine vurmuşluğum...
MAGAZİN YAZARLARI İçlerinde hâlâ umut beslediklerim, hâlâ okumaya devam ettiklerim var ama genel olarak bir hayal kırıklığı yaşıyorum. Magazin alanında yazmayı, sadece ve sadece “kendini göstermek” olarak algılayanların ve kendilerini bu alana hapsedenlerin sayısı ne kadar da artıyor!
ÇOK MEMLEKET GEZMEK Eskiden ne çok önem verirdim gitmediğim, görmediğim diyarları görmeye... Ama artık hayır! Sürprize açık biri değilim artık... Keşifçi yönlerim tırpanlandı sanki... Artık sadece daha önce gittiğim ve emin olduğum yerlere gitmek istiyorum... Hep aynı yerlere yani...
Dar giyeceksen başını kapatma
BAŞÖRTÜSÜNE karşı olanlar da...
Başörtüsüne destek çıkanlar da...
Bazen “Başını örtüyorsan tutarlı olmak zorundasın” konusunda anlaşabiliyorlar.
Başörtüsü karşıtlarından, “Başını örttüğü halde dar kot giyenleri anlamıyorum” türü cümleleri çok işittim. Başörtüsü destekçilerinden ise “Bu nasıl baş bağlamak kızım?” türü tacizleri de...
İşte bakın, başörtüsü mücadelesi veren Emine Şenlikoğlu da aynı kervanda...
“Dar giyeceksen başını kapatma” diyor türbanlı kızlara...
Bütün bu yaklaşımlara verilecek cevap çok basit aslında:
Sana ne? Size ne?
Sanki herkes özel hayatında bir tutarlılık abidesi imiş gibi davranmak da neyin nesi?
Hem herkes tutarlı olmak zorunda mı? Ayrıca neyin tutarlı, neyin tutarsız olduğuna kim karar verecek?
Kısacası...
Artık bıraksak diyorum bu keyif kâhyalığını...
Çok ayıp
AK Parti Milletvekili Mustafa Öztürk, Twitter’da şöyle yazmış:
“Anayasa değişikliğine Ergenekoncular, darbeciler, silah tüccarları, rantiyeciler, esrar kaçakçıları, teröristler de HAYIR diyor.”
Bu, o kadar ayıp bir cümle ki...
Ancak şöyle bir cümle kurarsam Mustafa Öztürk Bey’e ayıbı tam olarak göstermiş olabilirim:
“Anayasa değişikliğine uyanık müteahhitler, sahtekârlar, dindar olmadıkları halde dindarmış gibi gözükenler, uyuşturucu baronları, feodal ağalar da EVET diyor.”
Bu cümle ne kadar “ayıplı” ise, Mustafa Öztürk’ün cümlesi de o kadar ayıplıdır.
Muhafazakâr yalanları
* Bütün laikler acayip zengindir... Ellerindeki iktidar gittiği için ortalığı velveleye veriyorlar.
* Türkiye’de hep sağ kesim ezilmiştir... Solcular el üstünde tutulmuştur.
* Biz kimsenin özel hayatına, inancına, kıyafetine karışmayız.
* Soyla sopla uğraşmak bizim inancımıza terstir.