Çalabım Bir Şar Yaratmış
Çalabım bir şar yaratmış
İki cihan aresinde
Bakıcak didar görünür
Ol şarın kenaresinde
Nâgehan ol şara vardum
Ol şarı yapılur gördüm
Ben dahi bile yapıldum
Taş ü toprak aresinde
Ol şardan oklar atılur
Gelür ciğere batılur
Arifler sözü satılur
Ol şarın bazaresinde
Şagirdleri taş yonarlar
Yonup üstâda sunarlar
Çalabun ismin anarlar
Ol taşun her pâresinde
Şar dedikleri gönüldür
Ne âlimdür ne cahildür
Aşıklar kanı sebildür
Ol şarın kenâresinde
Bu sözü ârifler anlar
Cahiller bilmeyup tanlar
Hacı Bayram kendi banlar
Ol şarın menâresinde (Hacı Bayram Veli;d.1352- ö. 1429)
Hacı Bayram-ı Veli (1352– 1429), Somuncu Baba’ya intisabı nedeniyle Safevi Tarikatı’nın ikinci silsileden Anadolu’daki devamıdır. Zira Somuncu Baba, Erdebil Tekkesi’ne intisaplı idi. Safevilik Şiileşmeye meyledince Somuncu Baba tarikatten ayrılacaktır. Safevi Tarikatı’nın Şiilik faaliyetlerine girmeden önce Halvetîliği uyguladığı ifade edilmiştir. Dedeyev'in yaptığı bir çalışmada bu durum özetle şöyle ifade ediliyor: Zahid-i Gilani tarafından Hasan-ı Basri’den başlayarak devam eden seyrü sulûktaki Halvet’ten Celvet’e intikal ile içtihad yeniliği yapılmıştır. Zahid-i Gilani’nin halifelerinden olan Sadüddin Fergani Halvetiye; Şeyh Safiyüddin ise, Celvetiye prensiplerini devam ettirmişlerdir. Safeviye ile Halvetiye temelde birleşmektedirler. Bayramiye, Safevi Tarikatı’nın Sünni çizgide bir koldan devamı olarak Anadolu’da faaliyet göstermiştir. Şeyh Bedreddin isyanı Osmanlı idaresini sufi teşkilatlara karşı müteyakkız kılmış olduğu için Hacı Bayram Veli, II. Murad tarafından Edirne’ye çağrılmış, tarikatın Şiileşmis Safeviler’le bağlantısı olmadığı anlaşılınca Bayramiye mensuplarına devletçe vergi muafiyeti getirilmiştir. Bayramilik, Hacı Bayram-ı Veli’nin vefatından sonra iki büyük kola ayrılmıstır. Bunlardan biri Hacı Bayram’ın halifesi Akşemseddin tarafından kurulmuş Şemsiye kolu, diğeri ise Hacı Bayram’ın başka bir halifesi olan Bursalı Ömer Dede’nin katkılarıyla ortaya çıkan Melâmiye şubesidir. Bu iki kol dışında, Bayramilik’ten meydana gelen, 16. yüzyılın sonu ve 17. yüzyılın ilk çeyreğinde Aziz Mahmud Hüdayi Efendî (Ö. 1629)’nin tesis ettiği bir üçüncü kol Celvetiye olmuştur (DEDEYEV, 2008: 210). Ethem Cebecioğlu da Somuncu Baba’nın Şeyh Sadruddin Erdebili’ye intisap ettiğini, yani Şeyh Sadruddin’in Halvetiliğini zikretmektedir. Cebecioğlu’nun naklettiğine göre, Şeyh Sadruddin bir gün tüm bağlılarını toplayıp onlara zikrettirir, üç gün süren tezekkürden müridlerin tamamı çekilir, geriye sadece Ebu Hamidüddin (Ekmekçi Koca- Somuncu Baba) kalır. Sadruddin, Ebu Hamid’i bir de halvete sokar. Halvetin ardından Ebu Hamid de vecd parıltısının devamını görünce “Acem’den Anadolu’ya emaneti taşıyacak adama buralarda rastlamamıştık. Lakin şimdi bu emaneti diyar-ı Rum’a siz taşıyacaksınız” diyerek Osmanlı’nın neşv-ü nema bulduğu bir çağda özel emanetle Anadolu’ya gönderilir. Cebecioğlu, Somuncu Baba’nın Anadolu’da kuruluş dönemi Osmanlı’nın manevî hayatına destek verdiğini, Şiiliğe karşı Sünniliğin güçlendirilmesiyle meşgul olduğunu ve nihayet melamet neş’esinin bir özelliği olarak da halktan biri gibi yaşayıp ekmek ticareti ile iştigal ettiğini kaydeder (CEBECİOĞLU, 2004: 46- 48). Bu olay Anadolu’da mücessem hale gelen “yerli” bir tavrın, Batı’nın Doğu ile irtibatını kesmeye amade olmasının sebebini açıklıyor. Batı ve Bizans karşısında, elinin emeği ile yaşamayı şiar edinmiş bir direniş ahlâkının ve bir düzen- nizam tasavvurunun yükseltilmeye çalışıldığı muhakkaktı. Bir anlamda Hacı Bayram’ın hem bahçe- bostan açıp burçak ekmesini ve hem de sufî neşveyi ticaretin içinde sürdürerek kârı kapitalist birikime değil de, kardeşlerin (müridlerin) geçimine tahsis etmesini Anadoluculuğun- yerliliğin Batı’ya karşı biricik direnç kimliği halinde görmek gerekir. Aynı ocaktan çıktığı halde Safevîliğin Doğu’nun Batı’ya karşı soluğu olamamasındaki sır buradadır. Batı’ya karşı hem bir geçim modeli, hem bir paylaşma modeli ve hem de insân-ı kâmil adamlar yetiştiren eğitim modeli olan Bayramîlik karşısında Safevilik; onunla çatışan ve çatıştığı ölçüde Batı’nın bu topraklardaki talanını büyüten bir kimlikti. Bu nedenle Anadolu’nun mayası olan din ile geçim ve nizam arayışı arasında kopmaz bir bağ vardır. Yine bu nedenle Anadolu’da Osmanlı’yı var eden sufi neşvenin, dağ- bayır demeden ücra sahaları, terkedilmiş mezraları ihya etmesi, maişet içinde muhabbetullah araması ne Bizans’ın ve ne Safeviliğin anlayamayacağı bir mahviyettir.
Hacı Bayram’ın yukarıda zikrettiğim şiirinde Anadolu’da mesleki mücadelenin, maişeti elde etmeye matuf çalışmanın beyanıyla birlikte; nefsin olgunlaşmasının, manevi ilerlemeyi hedef alan bir irşadın esaslarından bahsedilmiştir. Şiirin "Şagirdleri taş yonarlar/ Yonup üstâda sunarlar/ Çalabun ismin anarlar/ Ol taşun her pâresinde" dizelerinde bu çok katmanlı anlamı buluyoruz. Bu dizelerde, Hacı Bayram’ın şakirdleri taş kesip beldeyi imar etmektedirler. Bir şehir kurmaktadırlar. Allah’a bağlıdırlar, onun ismini zikrederler. Hacı Bayram’ın camii eski bir Bizans tapınağının yıkık taş bloklarının yanındadır. Bu noktada Moğolların 1402'de Ankara savaşında Yıldırım'ı mağlup ettiği ve Anadolu'yu talan ettiği hatırlanmalıdır.Şiirdeki dış anlam basit okumaya izin verecek temiz bir Türkçe ile yazılmıştır. Anadolu tar u mar olmuştur. İnsanların bir "şehir" arayışı içinde olmaları çok normaldir. Hacı Bayram, işte bu işle meşguldür. Zahiri mana içinde yaşanılan sosyal- ekonomik hadise ile mutabıktır.
Ancak derindeki mana bu değildir.Nakşibend Hazretleri demiş ki: “Bu yolda en mübarek amel yoldaki taşı kaldırmaktır.” Yoldaki taş, ibadete mani olan nefstir. Bunun için de her şeyden önce kötü arkadaşları terk etmek gerekir. Hacı Bayram’ın şakirdlerinin taşıdığı taş; nefislerini eğitip, kalbi imar etmeyi ifade etmekteydi. Taşlar; tevbe, zikir, sabır, tevekkül gibi manevi hizmetlerdi.“Çalabun ismin anarlar” ifadesinde manevi kemalde zikrin en temel vazife olduğu anlatılıyor. Bunlar hem melamet neşvesi ile hem de sufilere has gayretle cehdettiklerinden iki zikir sahibi idiler: 1) Sufi zikir: “Onlar, Allah'ı ayaktayken, otururken ve yan üstü yatarken anarlar ve göklerle yeryüzünün yaratılışını düşünürler de Rabbimiz, bunları boş yere yaratmadın, noksan sıfatlardan münezzehsin, bizi ateşin azâbından koru, derler” (3 Al-i İmran 191); 2) Melamî zikir: “Ticaretin ve alışverişin, onları Allah'ın zikrinden, namazı ikame etmekten ve zekâtı vermekten alıkoymadığı adamlar ki (onlar), kalplerin ve gözlerin (dehşetten) döneceği günden korkarlar” (24 Nur 37). Taş yonmak, sufi düşüncede rızayı temsil etmektedir. Üstlerine büyük bir yük, ağırlık bindirilmiş olduğu halde hem razıdırlar ve hem de tevekkül ehlidirler. Rızalık, bir mahviyet ve şikayeti terk halidir. Tevekkül ise hali Allah’a arz edip onun bastını beklemektir. Kabz halinden kurtuluş istense de bir öflenme ve Allah’ı gıybet düşünülmez. Mahviyetle istenir. Nitekim başka bir dizede “Aşıklar kanı sebildür” denilerek rızanın derecesi beyan edilir. “Mü'minlerden, karşılığı cennet olmak üzere, mallarını ve canlarını satın almıştır” (9 Tevbe 111) ayetine işaret vardır. İnsanın bast halinde tekamülü mevzu bahis değildir; öyle olsaydı cennetten aşağı indirilmeyecekti. Çünkü cennet bast idi, dünya kabz’dır. Allah diyor ki, “Andolsun Biz insanı, bir zorluk içinde, meşakkat ile yarattık/ lekad helaknal insane fî kebed” (90 Beled 4). Meşakkat ile yakınlık hasıl olunur. Allah derd verir ki kul yalvarsın. Bu nedenle Hacı Bayram’ın ekmesi ve yolması güç olan burçak ile meşguliyeti manidardır. Zaten müderris olan birinin çiftçilikle uğraşması ve kazancını da ihvanına vakfetmesi, Anadolu’nun geçmişindeki dini algının büyük bir ahlâkî ve felsefî inşaya talip olduğunun kanıtı sayılmalıdır. Hacı Bayram’ın vefatından hemen sonra talebesi Akşemseddin’in İstanbul’un fethinin manevi mimarı olması, böylece Batı’nın Anadolu’dan çıkartılması, bu topraklardaki dini algıyı hususi kılıyor. Şar, kent demektir. Ama tasavvufi ıstılahta gönül manasındadır. Nâ- gehan: vakitsiz. Şâr: kent, uçurum, mağara, gönül, dövüş. Ama en çok şeher= şehir manasında kullanılıyor. Vakitsiz- ansızın şehre geldim, demiş. Burada Hacı Bayram'ın müderrisliği bırakıp gönül imarı hizmetine adanması anlatılıyor. Şehri yapılır gördüm. İnsanlarda şehrin inşası için arayış gördüm. Yani ahlâki bir kemal özlemi ve iştiyakı buldum, diyor. Tasavvufta şâr= şehir, gönüldür. "Ben dahi yapıldım" demekte. Kendisi de Somuncu Baba'ya intisab etmiş, talebe olmuş. Ayrıca tasavvufta menzil bitmez. Kendisi de manevî tekamüle uğramış, kalbini parlatmış. Kalb, dönen bir şeydir; onu tezkiyeye devam etmek gerekir. "Taş ile toprak arasında" demiş. İnsanın özü topraktır ama içindeki kalb tezkiye edilmezse "taş"laşır. Taş bir kalb ile de ruh kararacaktır. Ya da başka mana şudur: Toprak insanın maddi cevheridir ve nefsi işaret eder. Taş ise insanın kalbidir, kararır ve katılaşır. İnsanın özü ise meleklerle aynı alemi soluyan ruh'tur. Ruh'u hafifletmek için taş- toprak arasında mücadele ettim, demek istiyor. Zaten “Şar dedikleri gönüldür” dizesiyle de Bayram-ı Veli meseleyi izah etmiştir. Anadolu’da medeniyet ve şehirler, gönüllerin imarı ile yükseldi. Yeniden bir inşa yaşanacaksa bunun gönülden başka menzili yoktur.
- CEBECİOĞLU Ethem, Hacı Bayram Veli ve Tasavvuf Felsefesi, Altındağ Belediyesi Kültür Yayınları, 2004
- DEDEYEV Bilal, Safevî Tarîkatı Ve Osmanlı Devlet İlişkileri, Uluslararası Sosyal Arastırmalar Dergisi- The Journal of International Social Research, Volume 1/5, ss: 205- 223, 2008