Şu an gündemi “açılım” tartışmaları sarmış durumda. Bu tartışmları sezmişcesine, uzun bir süredir burada bir dizi olarak Güneydoğuyu konu alan makaleler yazıyorum. Bu yazıları okuyan bazı dostlar neden Mardin’e bu kadar “taktığımı” merak ediyor. Bunun bir kaç nedeni var. Birincisi, bölge hakkında ilk ve yakın izlenimimi bu şehirden aldım. İkincisi, talihsiz Bilge Köyü katliamı Mardin’i ve bu bölgeyi birden bire gündeme taşıdı. Onun için Mardin üzerinden bölgeyi tartışmaya çalıştım. Bunun dışında, Mardin “açılım politikasını” tasarlayanlar için ibretlerle ve derslerle dolu bir şehir. İşte benim, çıkardığım dersler…
Mardin’i ilk defa 2008 yılında ziyaret ettim. “Londra seni çağırıyor” diye ünlü bir şarkı vardır, sanki Mardin de senelerdir beni çağırıyordu. Can dostum Dr. Memati Garip, Mardin’e iş gezisine giderken nezaket gösterip beni de davet edinçe, bu çağrıya tereddütsüz kulak verdim. Bir şafak vakti İstanbul’dan heyecanla yola koyulduk. Bir kaç saat sonra uçaktan inip çıplak gözle Mardin’in dağa yaşlanmış heybetli siluetini görünce, tesbihte hata olmaz, Kabe’yi bütün haşmetiyle ilk defa karşımda görmüş gibi oldum.
Mardin’in candan ve hoşgörülü insanlarını yakından tanıyınca, zengin kültür ve tarihini yakından keşfedince de, hemen oracıkta Mardin’e aşık oldum. Hele, Kasımiye medresesinin eteklerinden haşmetli Mezapotamyanın baştan çıkartıcı manzarasını görünce, dünyanın en gelişmiş ülkesindeki “saltanatımı” bile terketmeyi düşündüm. Mardin merkezinin bir emniyet adası gibi terör olaylarına bulaşmamış olması da bende büyük bir tesir bırakti.
Ayrıca, Mardin’in Türk, Arap, Kurt, Süryanı, Ermeni, Yezidi, Çeçen, Çerkez, İngüs ve daha bir çok etnik ve dini toplulukların yüz yıllardır bağrında barış içinde yaşatması, sanki bu şehir bu ülkeden, bu dünyadan değilmiş hissi verdi. Farklı dinden insanların birbirinin bayramlarını tebrik etmeleri, birbirlerine ölü ziyaretlerine gitmeleri, müslüman olmayanların Ramazanlarda saygı için açıktan yemek yememeleri gibi medeni örnekler beni Mardin’e bir kat daha hayran bırakti. Mardin, eğer Nobel Barış Ödülü, kişilere değil de bir şehre verilseydi, kesinlikle benim ilk adayım olurdu.
Gündüzleri mihmandarımız Bedri Beyle şehri gezerken, akşamları da can dostumla enine boyuna Mardin’i tartıştık. Sonunda, Mardin’in sadece Türkiye için değil, dünya için bir model olduğuna hükmettik. Garip dostumun Toros heybetiyle dediği gibi, “Türkiye kefeni Mardin’den yırtabilirdi”, benim de yumuşatarak ikrar ettiğim gibi “Türkiye ışığı Mardin’den yakabilirdi”.
Mardin’in dinamikleri kesin çalışılmalıydı. Mardin sırlarla, Mardin derslerle doluydu. O gün, Mardin hakkında yazmaya karar verdim, ancak günlük telaştan bir senedir fırsat bulamadım. Ta ki Mardin, dünya gündemine talihsiz bir sebeple düşene kadar. Mardin’e sanki nazar değdi. Ancak, 44 kişinin hunharca bir gecede çoluk çocuk demeden hem de kendi yakınları tarafından katli benim görüşlerimi zerre kadar değiştirmedi; aksine perçinledi. Anlaşılan, Mardin acilen prangalarından kurtarılmalıydı.
Hala Türkiye’nin ikbali Mardin’den geçiyor. Mardin belki yanlış bir nedenle gündeme geldi ama doğru yorumlanabilirse bu “şerden” hayır çıkacağına ta o zaman inandim. Sivil, askeri, medyatik ve akademik dikkat tamamen şu an bölgenin üzerinde. Bir çok uzman bölgenin sorunlarını masaya yatırdı, haftalardır enine boyuna tartışıyor. Ancak, gördüğüm kadarıyla tartışmalar genelde hep teşhis ağırlıklı. Bir o kadar da önemli soru, acaba Mardin nasıl hızla gelişir de numune-i imtisal potansiyelini yakalar?
Evet, Türkiye ve dünyanın Mardin’e gerçekten ihtiyacı var. Ama, bunun için Mardin’inin ilk önce kendini kurtarması gerekir. Büyük idealler cılız seslerle seslendirilmez. Afakı sarması için, Mardin’in sesinin gür çıkması gerekir. Bunun için de Mardin’in umutlanması, ekonomik, sosyal ve kültürel olarak güçlenmesi, özgüvenini kazanması gerekir. Gelişme gönüllü bir karardır. Kimse kimseyi zorla değiştiremez; değişim içten gelmelidir. Gelişmeye ahdeden toplumları da dünya alem bir araya gelse durduramaz. Güçlü bir irade, şu gibi eninde sonunda mecrasını bulur. Bunun için de sadece güçlü bir kıvılcım, kararlı bir adım gerekir.
Robert Kennedy’e göre: “insanlık tarihini değiştiren şeyler genellikle sonsuz sayıda küçük ama cesur adımlardır. Her ne zaman, bir kişi bir ideal için ayağa kalkar, ya da darda olan birine yardıma koşar, veya bir haksızlığa direniş gösterirse, etrafında bir umut damlası oluşturur. O küçücük damla, milyonlarca enerji merkezinden geçerek dalga dalga büyür ve sonunda zulüm ve baskı duvarlarını tarumar eden bir akıntıya dönüşür”.
O kıvılcım, yanlış nedenle de olsa, Mardin’de çakılmıştır. Ancak Mardin’in ve güneydoğunun bir yol haritasına ihtiyacı vardır. Lakin, yokluktan refaha giden tek bir yol, tek bir formul, tek bir reçete yoktur. Bir sürü gerçeğin bir araya gelmesi gerekir. Her bölgenin yerel şartları farklıdır. Bu yüzden, gelişmek isteyen bölgeler, kendilerini ilkönce bir röntgen cihazından geçirmelidir. Ondan sonra da, kendilerini acımasız bir iç muhasebeye tutarak, dünyada nerede olduklarını, potansiyellerini, güçlü ve zayıf noktalarını tespit etmeleri gerekir. Peşine de, bir gelişme stratejisi belirlemeleri ve kararlılıkla bunu uygulamaları gerekir.
Mesela, son yıllarda hızla gelişen İzlanda, Hindistan ve Endenozya’nin izledikleri yöntemler farklı olmuştur. İzlanda, küçük bir Kuzey Atlantık adası olarak, balıkçılık kaynaklarını iyi kullanmış, jeotermal enerjiden iyi yararlanmış, kazandıklarının ekseriyetini küçük nüfusunun yüksek tahsiline ve modern dünyada geçerli kilit becerileri edinmesine harcamıştır. İki zengin bloğun tam orta noktasında olmasından dolayı, Amerika ve Batı Avrupa arasında destursuz gidip gelebilen çok iyi yetişmiş bir öğrenci, iş adamı, sanatçı ve girişimci ordusuna sahip olmuştur.
Hindistan’ın en büyük sınavı ise İzlanda’dan 5 bin kat büyük nüfusuydu. Hindistan’in fakru zaruret içinde yaşayan 100 milyonlarca insanı vardı ve bunları ilkönce “elden ağıza” ekonomisinden kurtarması gerekiyordu. Beklenen atılım 1960’larda geldi. Rockefeller Vakfı yüksek verimli tohum çeşitleri geliştirmeyi başardı. Uluslararası bilim ve mali yardım sayesinde, Hindistan’da 1970’lerde bir “yeşil devrim” gerçekleşti ve insanlar ağızlarına götürdüklerinden daha fazla üretmeye ve ticaret yapmaya başladılar. Dünyadan uzak iç bölgelerinin dezavantajlarını da 1990’larda teknolojik gelişmeler giderince de, Hindistan birden kendisini dünyanın ortasında buldu ve dünyanın bilgi işlem merkezi oldu.
Endenozya ise binlerce takım adadan oluşan özel yapısından ve nüfusunun %95’inin kıyılara bir saat mesafede yaşamasından dolayı, uluslararası ticarete önem verdi ve önemli mesafeler aldı.
Peki Mardin ve Güneydoğu makus kaderini nasıl yenebilir? Kim direksiyonda olmalıdır? Bu da bir sonraki yazının konusu.