1982 Anayasası doğru bir şekilde;
-temel hak ve hürriyetlerin, kişinin (…) ailesine (…) karşı ödev ve sorumluluklarını da ihtiva ettiğini (m.12),
-(…) aile hayatına saygı gösterilmesi hakkını ve aile hayatının gizliliğini (m.20),
-Ailenin Türk toplumunun temeli olduğu (…) ve devletin, ailenin huzur ve refahını (…) koruması gerekliliği (m 41),
-devletin, yabancı ülkelerde çalışan Türk vatandaşlarının aile birliğinin (…) sağlanması için gereken tedbirleri alması gerektiği (m. 62) hüküm altına alınmıştır.
Tam adı ‘Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi (Domestic) Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadele Hakkında Avrupa Konseyi Sözleşmesi’dir. (Council of Europe Convention on Preventing and Combating Violence against Women and Domestic Violence) İstanbul’da imzaya açıldığı için de İstanbul Sözleşmesi olarak isimlendirilmektedir. Sözleşme Türkiye tarafından hiçbir çekince[1] konulmadan onaylanmıştır. Uluslararası anlaşmalar 1982 Anayasasının 90. madde hükümlerine göre Meclise sunulur ve Türkiye bakımından yürürlüğe girdiğinde Anayasaya aykırılığı da iddia edilemez. Hatta iç hukukla çatışırsa uluslararası anlaşma hükümleri esas alınır. Bir başka deyişle şekli hususlar yerine getirildiğinde uluslararası anlaşmalar anayasa denetimi dışındadır ve iç hukukun üzerindedir. Bu yüzden esas, yani anayasanın lafzı ve ruhuna aykırılık iddiası ile Anayasa mahkemesine itiraz yolu kapalıdır. Değiştirmenin yolu ise sivil toplum, medya ve meclisteki muhalefet partileri vasıtasıyla kamuoyu baskısı oluşturarak hükumetlerin anlaşmadan çekilmelerini sağlamaktır. Bu yazı da bu amaçlı olarak yazılmıştır. Bir başka hukuki yöntem de yoktur. Hatta kimi uluslararası anlaşmaların bağlayıcı hükümleri ve yaptırımları da olduğundan iktidar değişse bile anlaşmadan çekilmek mümkün olamamaktadır.
Öte yandan bir düzenlemenin anayasaya, uluslararası anlaşmalara ya da yasalara aykırılığı başka bir şey, hukuka aykırılığı başka bir şeydir. İstanbul sözleşmesinin anayasaya şeklen uygunluğu bakımından bir problem gözükmemektedir. Ama acaba anayasanın lafzına, ruhuna ya da hukukun evrensel kabul görmüş esaslarına uygunluğu nasıldır acaba… Şimdi analize başlayalım.
İstanbul Sözleşmesi, bir aile olup olmadığına hatta yaşına bakılmaksızın (18 yaştan küçük de olsa) doğrudan kadını korumaya dönüktür. Yani hareket noktası cinsiyet farklılığıdır. Bu şekliyle İstanbul Sözleşmesinde güven ilişkisine göre tesis edilmesi gereken evlilik müessesesinde koca, karısının hasmıymış gibi ele alınmakta ve aile ilişkisine daha ilk günden devlet gücüyle dinamit konmaktadır. Sözleşmede aile esas alınmadığından da 'birlikte yaşama' gibi ilişkiler de kapsam içerisindedir. Bu durum aileye iki şekilde olumsuz yansıyacaktır. Bunlardan birincisi; kısa vadeli etki yani varolan bir aile üzerindeki etki, ikincisi ise uzun vadede evlilik müessesesinin cazip olmaktan çıkmasıdır. Çünkü sözleşmeyle ortadan kaldırılan ailenin temeli olan güvendir. Zira evlilik ne bir çıkar birliği, ne bir ticaret ve ne de bir sözleşmedir. Evlilik güven üzerine kurulu bir aile müessesesidir. Sözleşme derhal zecri hükümlerin devreye girmesini önerdiğinden uzlaşmaya hiç yer vermemekte, bu şekilde ailenin varsa çökmesine yol açarken, yeni aile kurulmasının da önü kapatılmaktadır.
Sözleşmede cinsiyet eşitliği dense de kadını koruma amaçlı olduğundan, evlenmeyi düşünecek olan erkek ister istemez iki kez düşünecektir. Bir şekilde kurulmuşsa da güvensizlik üzerine bina edilmiş olacaktır. Oysa bir erkek evleneceği 'kadın'dan korkmamalı, ondan güç almalı... Güven iyi günde ve kötü günde hayatı paylaşmayı gerektirir. Burada kadın güçlendirilmek istenirken gerçekte yalnızlığa itilmektedir. Ve artık Batıda sıradanlaşmış olan evlenme, boşanma ya da birlikte yaşama veya gayrimeşru ilişki biçiminin önü açılmış olmaktadır. Bu durumda çocuklar büyük ihtimalle ebeveynden en az birisi olmaksızın büyüyecektir. Bu, topluma dinamit değil de nedir... Batıda bir yaşam biçimi dolayısıyla bir örf olmuş olan bu kültür, İstanbul sözleşmesi bu toplumun da bilinçaltına kazınmaktadır.
Sözleşme ‘cinsiyete dayalı şiddet’ kavramını sıklıkla kullanarak hemen her yerel kavram gibi itibarsızlaştırılan 'karı-koca' tanımlaması ortadan kaldırılarak kadın ve erkek 'eşitlenmiş'tir. Bir sonraki aşamada 'partner' denirse de şaşırmamak lazım... Ne anlama geldiğini biliyorsunuz elbette... (ayrıca da İstanbul Sözleşmesi 3b’de bu ifade kullanılmıştır. (…current spouses or partners). Böylece sözleşmeyi imzalayan ülkeler, dolayısıyla Türkiye bakımından nikâhsız beraberlikler yasal statü kazanmıştır. Kabul edilebilir bir şey midir bu…
Toplumsal cinsiyet eşitliği kavramı cinsler arasında rol ayrımı yapmayan, insanı nötr tanımlayan bir kavramdır. Dolayısıyla toplumdaki roller de buna göre şekillenecektir (sanki erkek çocuk doğurabilecek…) Kavram, kadına şiddetin ötesinde bir muhtevaya sahiptir ve büyük oranda Batı’nın seküler feminist kuramlarından beslenir. Çocuklarımızın geleceğini feminist faşistlere emanet edemeyiz elbette...
'Koca', bu anlamda ataerkildir ve kullanılmaması gerekir (!). ‘Karı’ da hepimizin bildiği gibi dişi cinsi aşağılayıcı (!) bir tanımlama… Kelime ve kavramların da ruhu var elbette... Onlar da biliyor bunu… Oysa kadın ve erkeğin rolü yapay değil doğaldır. Yani yapay olmayan devletlerin sınırları gibi... Roller bellidir bir başka deyişle. Eşit olarak ikiye ayrılmamıştır yani...
Batı kültüründe aile kurmak taraflar için bir yüktür zaten... Özellikle de kadın için... Bu yüzden her iki taraf da evlenmeyi pek düşünmez. Herhangi bir şekilde evlendiklerinde ise her biri karşıdakinin kendisini nasıl aldattığını düşünür ya da nasıl aldatayacağını takip eder. Aldatır da... Bu yüzden güven ya da sadakat kavramlarının bu toplumlarda bir karşılığı yoktur. Bütün bunları bilen devletler de onlara bu güvencelerin hepsini vermiştir. Haddi zatında başka çaresi de yoktur. Zira ayrıldıklarında hiç birisi devlet güvencesi olmadan bir toplu iğne bile vermez diğerine... İstanbul Sözleşmesi de bu ilişki biçiminden hareketle oluşturulmuştur ve bu yüzden savunulacak bir tarafı da yoktur.
Sözleşmede fecaat bir hüküm de cinsel yönelim ile ilgilidir. Nitekim sözleşmenin 4. maddesi ‘taraflar (…) cinsel yönelim (…) uygulanmasını temin edeceklerdir.’ hükmü ile LGBT’nin önünü açmıştır. Dikkat ediyor musunuz; bu İstanbul sözleşmesi denen meret hayatımıza gireli hem LGBT'lilerin sesi daha yüksek çıkmaya başladı ve daha görünür oldular. Üstelik kadına yönelik şiddet de arttı. Bu şiddet yasayla getirilen haklara(!) değil de görünüşte örf adete, gerçekte dine yani İslam’a mal ediliyor. Siyaset kurumu kendi altını oyan bu ahmaklıktan bir an önce geri dönmelidir; kendi ayağına kurşun sıkmamak için...
Sözleşme bu konuda çocuk eğitimini devlete görev olarak yüklerken (m. 14) toplumsal cinsiyet eşitliği kavramını, yani cinsiyetler arası farklılıkların giderilmesini önermekte, bu eğitimin “toplumsal klişelerden arındırılmış” olmasını yani yerel ve örfi değerlerden, dolayısıyla dinsel değerlerden de arındırılmasını istemektedir. Bir başka deyişle sözleşme insanı cinsiyet, cinsellik ve cinsel yönelimi üzerinden tanımlamıştır.
Sözleşme aile kavramını tam 29 kez kullanmış ve bunların 23’ünü şiddetle doğrudan ilişkili bir biçimde ‘aile içi şiddet’ şeklinde ifade etmiş, geri kalanını da dolaylı olarak… Ama, ailenin korunmasına dönük hiçbir hükme yer verilmemiştir.
Sözleşmede dikkati çeken çok önemli bir tanımlama ise namus kavramına ilişkindir. İnsanların cinayet işleseler hafifletici, belki de meşru neden kabul edilecek böylesine bir tahrik namus kelimesi tırnak içerisine alınarak ve ‘sözde’ vasıflandırmasıyla hafife alan (sözde “namus”) bu sözleşmeye TBMM’den hiçbir itiraz gelmemiştir. Sözleşmeyi imzalamak istemeyen ve tereyağından kıl çeker gibi görevden alınan bakan hariç…
Sözleşme psikolojik şiddetin erkeklere uygulanmasını da meşrulaştırmaktadır. Zira psikolojik şiddet gözle görülemeyen şiddettir ve genellikle erkeklere uygulanır... Üstelik yüzyıllarca... Ama hiç dikkat çekmez. Şimdilerde yasal zemine de kavuştu. Erkekler bunu biraz da erkeklikleri gereği ifade etmez ya da isteseler de bu beceriye sahip olmadıklarından yapamazlar. Çoğu cesaret de edemez zaten... Çünkü siz hayat gailesi içerisinde dün akşam ne yediğinizi unutmuşken, yemeyip-içmeyip özenle hazırlanan klasörler dolusu dedikodu yığını önünüze konur. Size de teslimiyetten başka bir şans kalmaz.
(Not: bu yazı hazırlanılırken Fatih Erkam-İstanbul Sözleşmesi Çalıştayı Raporu 22 Ağustos 2020’den esinlenilmiş ve faydalanılmıştır).
[1] Bir uluslararası anlaşma imzalanırken, anlaşmayı imzalayan ülke tarafından kimi maddelerin kendisi bakımından uygulanmasına şerh düşülmesidir. Ancak Toplam 81 madde olan İstanbul Sözleşmesi iki maddesi hariç çekince koymaya izin vermemektedir. Toplam 81 maddedir.