Biz bu yola çıkarken eski hatalarımızdan dersler alıp çok farklı bir yapı kurmayı hedeflemiştik; işimizi profesyonel yapmak. Ve öyle de yaptık o kadar ki dünyada ses getiren ve gittiği her yerde önce profesyonelliği ile dikkat çeken bir kurum haline geldik. Birçok kuruma örnek olduk rehber olduk. Hep ufuk açtık, yenilikler kattık bu sahaya.
Ama ne olduysa ayağımıza çelme takıldığında oldu. Tökezleyip yere düştüğümüzde yanımızda kimseyi bulamadık. Ona da razı olduk, bu sefer düşmeseydin kardeşim, niye düşüyorsunuz ki eleştirilerine maruz kaldık. O da yetmedi kapatın gidin “tavsiyeleri” alır olduk.
Oysa arkadaşlık, dostluk böyle mi olmalıydı? Eski Türklerin savaşırken arkadan gelecek herhangi bir saldırıyı kontrol edebilmek için sırtlarını dayadıkları taşın ismi ARKA-TAŞ dan ARKADAŞ şeklinde dilimize yerleşmişken bizim Arkadaşlarımız nerdeydi?
Osmanlıyı 1. Dünya harbine sokup sonunu hazırlayanlar kimler ise Deniz Feneri ile başlayıp bu milletin ve onun devletinin dünya üzerindeki gücünü zayıflatmak isteyenler aynı zihniyete ve milliyete sahip kimselerdir. O gün onlarla işbirliği yapanlar kimler ise bugün de aynı çevrelerdir.
O gün bize Padişah’ın hain olduğuna bizi inandıranlar bugün Deniz Feneri’nin sahtekar olduğunu arkadaşlarımıza inandırmayı başarmışlardır. Ve “karşı taraf” bu olay üzerinden bir taşla birçok kuş vurmuştur:
- Bir milletin dünyadaki gücünün vazgeçilmez unsurlarından biri olan sivil toplum hareketini vurmuştur,
- Bu milletin önünü açmaya çalışan hükümetini vurmuştur,
- Her ikisine de destek olan bilinçli zihinleri bulandırıp vurmuştur
- Yoksulu, muhtacı ve ezilenleri vurmuştur
- Bu milletin vazgeçilmez özelliklerinden olan yardımlaşma kültürünü vurmuştur
- Ve nihayet hak ile batılı birbirine karıştırarak, dostlarımızın yanında düşmanımızın karşısında durabilme hasletimizi vurmuştur.
Bütün bunlar olurken bizim haykırışlarımızı, feryatlarımızı duyan pek olmadı. Biz ise hep bekledik tıpkı hikayedeki asker gibi;
“Çanakkale savaşın en kanlı günlerinden biriydi. Siper üstüne uzanan başların uçuştuğu bir ateş yağmuru vardı. Asker, en iyi arkadaşının az ileride kanlar içinde yere düştüğünü gördü. Görür görmez de hemen aynı siperdeki komutanına:
-Teğmenim, arkadaşım vuruldu; müsaadenizle fırlayıp arkadaşımı alıp gelebilir miyim?...
Komutan: –Delirdin mi? der gibi baktı ve “Gitmeye değer mi?.. Arkadaşın delik deşik olmuştur... Büyük olasılıkla ölmüştür bile... Kendi hayatını tehlikeye atma sakın...” Asker çok ısrar edince Teğmen “Peki” demek zorunda kaldı: “Git o zaman...” İnanılması güç bir mucize gerçekleşti ve asker, korkunç ateş sağanağı altında arkadaşına ulaştı. Onu sırtına aldı ve koşa koşa geri döndü.. Birlikte siperin içine yuvarlandılar. Teğmen, kanlar içindeki askeri muayene etti, sonra onu sipere taşıyan arkadaşına döndü:
-Sana değmez, hayatını tehlikeye atmana değmez, demiştim. Bu zaten ölmüş.
–Değdi teğmenim, dedi asker, değdi...
-Nasıl değdi? dedi Teğmen, bu adam ölmüş görmüyor musun?”
-Gene de değdi komutanım. Çünkü yanına ulaştığımda henüz sağdı. Onun son sözlerini duymak, dünyaya bedeldi benim için.” Ve asker, arkadaşının son sözlerini hıçkırarak tekrarladı: “Geleceğini biliyordum, demişti arkadaşı, geleceğini biliyordum!..”
Bekledik çünkü “geleceğinizi sanmıştık” arkadaşlar..!?