2002 yılı Ekim ayının bir Cuma günü idi. O sırada Vanda bulunuyor ve özel bir poliklinikte çalışıyordum. Öğleden sonra saat 4.30 da telefonum çaldı. Arayan bir polisti ve bana üç gün sonraki Pazartesi günü sabah saat 9 da 2. Ağır Ceza Mahkemesinde hazır olmamı söyledi. Çok şaşırdım. Ağır Cezaya neden çağrıldığımı sordum. Polis bilmediğini söyledi. Şaşırdığım bir başka konu ise böyle bir davet neden bir yazılı belge ile değil de telefonla yapılıyordu. Düşündüm düşündüm bir sebep aklıma gelmiyordu. Üç-dört sene önce Audi marka 79 model bir araba satmıştım. O araba üzerimden düşmemişti de onunla bir vukuat işlenmişti de onun için mi aranıyordum? Başka bir sebep aklıma gelmiyordu. İstanbulda bulunan bir avukat arkadaşıma bu ne olabilir diye danışmak için telefon ettim. O da adliyeye gitmemi ve sorup öğrenmemi söyledi. O sırada saat beşe geliyordu ve mesai bitmek üzere idi. Adliye çalıştığım yere yürüme mesafesinde olduğundan gittim. Bir görevli evrakları açtı Urfada bir olay üzerine çağrıldığımı söyledi. O arada evrak üzerinde 1974 tarihini görünce biraz meseleyi anladım. Olay 1974 te olmuştu. Yani benim yeni mezun bir doktor olarak ilk görev yaptığım zamana ait bir olaydı. Neyse Pazartesi günü gittim. Genç bir Savcı arkadaş dosyayı açtı. Konu Aralık 1974 te Urfanın Suruç İlçesinde mecburi hizmete başladığım sırada meydana gelen bir cinayet olayında sağlık ocağı ekibi olarak yapmış olduğumuz otopsiydi. Bu otopsi ile ilgili düzenlediğimiz raporlardaki imzaların bize ait olup olmadığını ve diğer imzaların sahiplerini tanıyıp tanımadığımı ve kimlik bilgilerimizi almak için çağrılmıştım. Ben o zamanki imzamı ve ekipteki diğer isim ve imzaları hatırladım. Olay kızlarını evlendirme konusunda karı koca arasında bir tartışma çıkar ve bu tartışma sonucu kocası karısını öldürür ve kaçar. 9 sene sonra koca yakalanır. 9 sene hapiste iken yani 18 sene sonra otopsi yapan doktor ve ekibin kimlik bilgilerini ve imzalarını doğrulamak için karar verilir. Yani katil 1983 te yakalanır 1992 de bizim kimlik bilgilerimiz ve imzalarımız araştırılmaya başlanır. Daha önceki yıllarda da birkaç sefer polisin beni aradığını duymuştum ama arkası gelmemişti. Şimdi de merak etmesem adliye’ye gitmeyecektim ve gene yıllar geçecekti. Savcıya da bu durumu söyledim. Yani bizim kimlik bilgilerimiz 10 sene de teyid edilmişti.
Şimdi bu olayı irdelemek istiyorum: Önce ben bir tıp mensubu olarak hukuk konusunda görüş belirtmeyi uygun görmüyorum. Ama bu konuda genel çerçevede bir eleştiri yapabileceğimi düşünüyorum. Bir kimlik bilgilerinin temini on senede mi olur? Burada beli ki bir yanlışlık var. Bu yanlışlık yargıda mı emniyette mi bilemem ama sistemde bir bozukluk olduğu muhakkak. Benim anlattığım gecikme binlerce olaydan sadece bir tanesi. Düşünün binlerce mahkum ne olacağını bilmeden karar çıkmadan yıllarca yatıyor. Bir mahkumun 3 -5 yıl fazla yatmasının hesabını kim verecek? Veya şöyle bir soru soralım. Bu yargı sistemindeki aksaklıkları kim çözecek? Yargıtay veya Danıştayda bu kadar ağır iş yükü altında davaların sonuçlanma süresi gittikçe uzarken bu konuda kim ne yapıyor? Bu meselelerin çözümü bir tarafta Adalet Bakanlığının (veya siyasi iradenin) ve Yasamanın işi ise daha öncelikli olarak HSYK ve başkanlar seviyesinde Yüksek Yargı mensuplarına düşmez mi? Siz o makamlarda bu aksaklıkları düzeltmek için bir öneri getirmezseniz proje ortaya koymazsanız siyasi iradeyi de baskı altına almaya kalkarsanız, siyasi iradenin çözüm önerilerini de yargı siyasallaşıyor diye peşin hükümle engellerseniz bu aksaklıklar nasıl çözülecek? 3 sene önce çıkarılan ve tutuklulukta bekleme süresini on yılla sınırlandıran yasanın yürürlüğe girmesi ile tahliye olacağı belli dokuzyüz küsur ağır cezalık mahkumlar hakkında üç senede nasıl karar verilmez? Bu mahkumlar tahliye olduktan sonra bir oturumda 16 kişinin cezasını onamak ve toplumun içine karışıp kaybolan mahkumları bir daha yakalama emri çıkartmak nasıl bir sorumluluk ve görev anlayışıdır.
Bir hastane düşünün seri ameliyatlar yapılıyor ve ameliyat masasında bir çok hasta ölüyor, ameliyatsız tedavi olan bir çok hasta da daha beter hasta oluyor ve iyileşmiyor. O hastane hakkında derhal soruşturma açılır; hastane incelemeye alınır ve büyük ihtimalle hastane ruhsatı iptal edilir. Medya hesap sormaya en başta Sağlık Bakanından başlar ve sağlık ocağına kadar gerekli denetim yapılıp yapılmadığı sorgulanır. Tabii doktorlar ve başhekim en başta topun ağzındadır. Ama yargıda bir şey olmamış gibi aynı sistem (ve binlerce mağduriyet) on yıllardır devam ediyor. Yarım doktor candan eder yarım hoca dinden eder diye meşhur bir söz var. Böyle yarım demeyeceğim aksak bir yargı ile adalet değil zulüm ortaya çıkar. Toplumda kaos ve kargaşa oluşur.
Yargı konumunun gereği doğrusu bağımsız fakat tarafsız değil. Ancak ne var ki milletten tarafa değil, kararların çoğu da vicdani değil. Yargı iş yükü ile ilgili olarak üç sene önceki taleplerini bugün istemeyebiliyor. Yani yargıda ayrıca tutarlılık da yok. Bu da kamuoyunda yargıya olan güven duygusunu azaltıyor, yargıyı yıpratıyor.
Avukat tutma hakim tut sözünü kim söyletti veya toplumda bu algının oluşmasına kim sebep oldu? Yargıçlar vicdan ile cüzdan arasında sıkıştı diyen bir yüksek yargıç değil miydi? Danıştay’ın Türk Milleti adına verdiği kararların şöyle bizim bildiğimiz ve kamuoyuna yansıyıp ta Türk Milletinin sinir uçlarına dokunmayan kaç kararı var?
İsimlerin makam ve mevkilerin büyük olmasının hiçbir kıymeti yok. Neticede herkes gibi hukukçular da insandır. Kendini yenilemeyen, statükocu ve topluma karşı bir sorumluluk duymayan meselelere çözüm üretmeyen hukuk mensuplarının kurduğu sistemin icraatından da adalet değil zulüm ortaya çıkar.