BİR - Artık "Şemdinli'de 15 şehit" dendiğinde... Hep bir ağızdan "Vatan sağ olsun" demiyoruz...
Lügat paralamıyoruz... Edebiyat yapmıyoruz... Ağıt yakmıyoruz... Eskiden aklımızın ucundan bile geçmeyen / geçmeyecek soruları soruyoruz... "Böyle karakol mu olur?" diyoruz... "Bu karakolun yeri neden değişmedi?" diyoruz... "Gündüz gözüne nasıl böyle bir baskın yapılabilir?" diyoruz... Hatta daha da ileri gidip "Genelkurmay hesap versin" bile diyoruz...
İKİ - Böyle dediğimiz için "hain" muamelesine tabi tutulmuyoruz... "Türk Silahlı Kuvvetleri'ni yıpratmak isteyen dahili düşman" denilmiyor bize... "Gafil" bile denilmiyor... İşte bakın: Genelkurmay Başkanlığı, her uygar kurumun yapması gerekeni yapıp, kamuoyunu açık biçimde bilgilendiriyor... Her soru yanıtını buluyor... Kurumun başındaki "ikinci adam"a, "İhmal var mı?" diye soruluyor, o da "Araştırıyoruz" diye yanıt veriyor... "Bu soru sorulamaz" demiyor...
Karakollar için radikal bir öneri
OSMAN Pamukoğlu, "ora"ları çok iyi bilen emekli generaldir...
Ve artık bir partinin de kurucu genel başkanıdır...
Geçen gün televizyonda konuşuyordu...
Söyledikleri, "Gecekondu gibi karakol mu olur?" ya da "Bir karakola beş kez saldırı normal mi?" türünden yakınmaları boşa çıkaracak türdendi...
Çünkü Pamukoğlu, daha radikal bir görüş ileri sürüyor ve "karakol mantığı"nın terk edilmesi gerektiğini belirtiyordu...
İşte Pamukoğlu'nun söyledikleri:
"Bu karakollar kaçakçılık için kurulmuş karakollar... Bunlarla olmaz. Ne kadar sağlamlaştırırsanız sağlamlaştırın fark etmez... Sabit karakollarla bu iş olmaz... Bu karakolların kaldırılması lazım... Bu karakollarla terörle mücadelenin yürütülmesi mümkün değil. Teröristler nasıl hayalet gibiyse siz de hayalet gibi olacaksınız. Durağan yapılarla bu mücadele olmaz."
Bir Orhan Pamuk okuru isyan ediyor
ANT olsun ki:
Orhan Pamuk'un son kitabı "Masumiyet Müzesi"ni bütün iyi niyetime rağmen okumayı başaramadım...
Oysa başlangıçta alabildiğine önyargısızdım...
Ayaklarımı uzatacak, romanın keyfini çıkaracaktım...
Fakat... Heyhat!
Neden mi heyhat? Anlatayım...
* * *
Yağmurlu bir gündü...
Yani hava koşulları, bir aşk romanı için fazlasıyla uygundu...
Kahvemi aldım, ayaklarımı uzattım ve başladım romanı okumaya...
20 sayfa kadar ilerlemiş, Leyla'dan geçme faslına girmiş, romandaki aşk olayına hafiften dalmaya başlamıştım ki...
Agah Hun'un sesine benzeyen bir ulvi ses, yücelerden ve derinlerden bana şöyle seslendi:
"Oğlum dikkat et... Elindeki her ne kadar bir aşk romanı olsa da Kerime Nadir romanı değil... Üstünü başını düzelt... Gafletten uyan... Öyle fazla kaptırma kendini... Boru değil, Nobel almış bir yazarın kitabını okuyorsun..."
Bu ekolu sesle kendime geldim...
Gözlerimi kapatıp, "Kerime Nadir değil Orhan Pamuk / Kerime Nadir değil Orhan Pamuk" diye bir süre sayıkladım...
Sonra yeniden başladım okumaya...
Tam "Nobel almış yazar" baskısını üzerimden atmış ve 50 sayfa kadar ilerlemişken...
Bu kez "hinoğlu hin" bir külyutmazın sesi geldi derinlerden:
"Öyle hemen geçip gitme... Cümle kuruluşlarındaki çarpıklıkları yakala... İfade bozukluklarını sapta... Türkçe hatalarını bul... Kurgudaki sorunlara dikkat kesil... Boru değil, Nobel almış bir yazarın açıklarını bulacaksın."
Hayda!
Bu sefer de "çokbilmiş bir editör" havasına girmeyeyim mi?
Uzun cümlelere takla attırmalar...
"Bu cümle öyle değil böyle kurulsa daha iyi olurdu" falan diyerek işgüzarlıklar yapmalar...
O sözcüğün yerine bu sözcüğü koymalar...
Bu arada "hikaye" elimden kaçıp gidiverdi...
"Kemal kimdi? Füsun kimdi?" diye çırpınıp durmaya başladım...
Romanla arama giren...
"Bu kitap kaç satmıştır acaba?", "Masumiyet Müzesi kaç yılında kurulacak?", "Müzenin ilk müdürü kim olacak?", "Orhan Bey bu kitaptan kaç lira kaldırmıştır?", "Bakalım yine oryantalistlik mi yaptı?" türünden gerekli gereksiz soruları saymıyorum bile...
* * *
Buradan hem Orhan Pamuk'a, hem de "vıdı vıdı" yapanlara seslenmek isterim:
Beyler... Bayanlar...
Lütfen biraz sakin olur musunuz? Biraz susar mısınız? Biraz kenara çekilir misiniz? Bizi romanla baş başa bırakabilir misiniz?
Görmüyor musunuz?
Yoğunlaşamıyoruz yahu!