Sizi bilmem ama ben bu fotoğraf işine küçüklüğümden beri meraklıyım. Bana fotoğrafı sevdiren İhsan Ağabeydi. Köydeki komşumuz. Onun makinası vardı ve köy çocuklarının anlık hallerini çeker bastırıp bizlere de verirdi. İlkokulda iken köyde çekindiğimiz bütün sokak fotoğrafları onun makinesinden çıkmadır. Halen de söylerim bana fotoğrafı sevdirdiğini… Şimdilerde video işlerinde de çok ustalaştı elbette.
Hatırlıyorum, bizim zamanlarımızda gündüz ya da akşam oturmasına gelen yakın misafirlere albümler gösterilirdi. “Amaaaan, bu bizim Kemalin büyük kızı değil mi? Nerede çekinmişler bu fotoğrafı?” diye başlayan cümleler, “Hele çayı tazeleyin de devam edelim bakmaya” ile süregelir ardından “Şu fotoğraf bende kalsın mı?” diye devam ederdi. Biz de gittiğimiz yerlerde onların albümlerine bakardık. Albüm çeşitliliği hayran bırakır cinsteydi. İnsanların yaşadıklarını az çok belgeler nitelikteydi. Bir insanı anlattıklarından çok yaşadıklarıyla tanımak için büyük fırsatlardı.
Şimdilerde ancak önemli günlerde bastırılıyor fotoğraflar. Düğün, sünnet, mezuniyet gibi. Bir defa olacak özel anlar için. Dış çekimler, iç çekimler… “Az aşağıya indir başını, hafif sola, tamam, kımıldamayın,” diye talimat verilen vesikalık konusuna hiç girmeyeceğim.
Fotoğrafa düşkünlüğüme en çok annem kızar. Bazılarını gereksiz bulur, belki de haklı.
Benim de büyüdükçe çeşitli fotoğraf makinelerim oldu. Hatta ne makineler geçti elimden desem yeri var. Bir kaçı halen durur. Artık onlara ihtiyaç kalmadı ne de olsa. Şimdi işimiz kolay. Bir anımızı onlarca çekme imkânımız var. Beğenmedik mi? Haydi en baştan.
İnsanların vazgeçemediği huyları vardır ya. Ben de her yıl telefonla çektiğimiz fotoğraflardan yüz, yüz elli adet seçer ve bastırmaya devam ederim. Öyle ya silmeye kıyamadığımız, eskiden disklere, CD’lere kaydettiğimiz, şimdilerde depolama aygıtlarına attıklarımızı hangi bir gün açıp bakacağız? Bazı anılar için ya yanlışlıkla silinirse korkum vardır. Belki de unutmamak istediklerimi unuturum korkusundan bu yaptığım. Bana gerekli gelen sevdiğim bir alışkanlığım.
Hayat koşturmacası içinde çoğu zaman bakmaya bile vakit bulamadığımız ama bir istifçi ile yarış halinde biriktirdiğim fotoğraflar evimin en güvenli yerinde. Bir koli içinde. Her biri farklı albüm ve zarflarda.
Geçenlerden getirdim koliyi, açtım.
Binlerce…
Bin dokuz yüz kırklardan kalma gibi (!) bazıları solsa da çoğu dün gibi canlı yaşanmışlıkların.
“Ne kadar çabuk geçmiş zaman” cümlesiyle başladım önce ve yine.
Aaaa ile başlayan hayretlerime ah vahlarla devam ettim.
Yeri geldi güldüm, yeri geldi ağladım. Hepsine bakamadım bile. Bir fotoğrafa bakmak anlamına göre süre istiyor. Kimine dakikalarca bakıyor gözlerinizi alamıyorsunuz. Gerçekten de çok fazlaydı.
Doğada ve çevremde ne varsa çekmişim. Sokakta yaralı gördüğüm kedi, rengiyle beni büyüleyen çiçekler, gökyüzünde uçan kuşlar… Ben, ben, ben, çocuklar, akrabalar, mezarlıklar, doğum günleri, nişan, düğün, kitaplar, okurlar, gezmeler…
Banka kuyruğunda niye fotoğraf çekinir ki insan? Hiç mi merkep görmedim de çekip bastırdım. Eşim gülüyor “Ya bu bir yerden tanıdık geliyor ama kimin merkebiydi?”
Aman Allah’ım…
Fotoğraflar sadece anıları hatırlatmaz insana. Yaşadığı güzelliklerin yanı sıra çekilen acıları, dökülen gözyaşlarını, unutulan insanları da yaşatır ruhunuzda. Asla kopmayız dediklerinizden nasıl koptuğunuzu bir tokat gibi vurur yüzünüze. Kiminin adını dahi hatırlayamazsınız utanç duyarsınız. Arkaya isim not almadıysanız pişmanlıklar yaşarsınız bir de bunlar için.
Belki iki saat sonra toparlamaya başladığımda gözlerim iyice yorulmuş, gözyaşlarım isyanlardaydı.
O arada bazı fotoğrafların fotoğrafını çektim ve ilgili şahıslara gönderdim. Ne kadar şaşırdıklarını anlatmaya sanırım gerek yok.
Uzun vakit lazım. Bakmak için. Ve yanında bu karelerin hikayelerini tek tek anlattığımızda dinleyecek birileri.
Peki, siz en son hangi fotoğrafınızı bastırdınız? Otuz yıl sonra baktığınızda aynı hisleri yaşayacağını biliyor musunuz?