Nurbaki Hocam…
Nasıl anlatabilirim ki Onu? Kelimeler karanlıkta ışık verseydi, gerçekten ısıtsaydı üşüyünce yazılıp çizilenler, belki mümkündü Ona dair bir şeyler söylemek… Hz. Mevlana’nın (r.a.) “Aşk nedir?” diye soranlara “Ben ol da bil” demesi gibi.
Doğrusu bizler Hocamızı tanımadan önce ne kendimizi bilirdik, ne olmayı, ne de bilmeyi… Hz. Pirin “Hamdım, piştim, yandım” diyerek özetlediği bir yolculuğun ta başlarındaydık o zamanlar. Hocamın deyişiyle henüz “ana okul çocuklarıydık,”yoldan da, yolculuktan da habersiz.
Sonradan öğrendik ki bu yolda en öncelikli şey, nefsinin kusurlarını fark edip, hamlığını bilmekmiş. En zor olansa pişmek, yani olmaya talip olmak, kendini kendinden kurtaracak bir terbiyeye muhatap olup, aşkla şevkle ona boyun eğmekmiş. En zevkli tarafsa yanmak, yani gönlünde ilahi aşkı sezmek, cemali ilahiye doğru o aşkla yol almakmış.
İşte o vakitler biz de, oyunla okulu ayırt edemeyen, bir anaokulu çocuğu safiyetiyle, hocamla çıkmıştık bu üç kelimelik yolculuğa, hiç farkında olmasak da…
Manen ölüydük oysa, hamdık. Ne kendimize hayrımız, ne yenilir yutulur tarafımız vardı. Öyle olduğu halde, o bizi kendine muhatap almıştı. Sanki bütün dünya susmuş, sadece O konuşmuştu…
Nefesimizi tutup, dinlemiştik onu can kulağıyla..“Gerçek dirilik sırrını sezmeye, bilmeye talip olan var mı içinizde?” demişti. Ne diyeceğimizi bilememiştik… Onun hay sırrıyla parlayan muhteşem aynasında, gördüğümüz tek şey ne kadar ölü olduğumuz, onunsa ne kadar diri olduğuydu...
Güzelliğiyle, cemaliyle sarhoş etmiş, üstüne bir de “yakarım sizi!” demişti. Anlamamıştık önce, alınmamıştık hiç üzerimize… Gerçek kulluğa talip olmamızdı muradı. Sadece onun güzelliği ile yetinmeyelim, kendi gönlümüzde de Hay sırrını sezelim istiyordu…
Yakıp yıktı, yaptı dediğini gerçekten! Firaklar, vuslatlar, uzayıp giden açlık ve susuzluk halleriyle, pişirdi bizi usta bir aşçı titizliğiyle… Sonrasında Allaha Allah’la gidilen, aşkın ancak aşkla bilindiği bir yolculuğun eşiğine getirdi bizi.
Nefsini bilerek, kul olmanın edebini, irfanını kuşanarak, Efendimize (s.a.v.) layık ümmet olma yolunda ilerlememizi bekliyordu bizden… Nefsimize zor gelene talip olalım, infak zevkiyle hamdimizi arttıralım, “başkaları ne der?” diye düşünmeden, Allah ve Peygamberin rızasını gözeterek, hep daha ileriye daha güzele doğru yol alalım istiyordu. Isıtarak ısınan, doyurarak doyanlardan olmamızdı muradı.
Hamdolsun ki, hiç bitmeyen bu seyirde hâlâ Onunlayız. Bir nebze de olsa ona layık olmak, hep onunla olmak ve her daim cemalini temaşa etmek istiyoruz… Sözüne, sohbetine, himmetine, şefkatine ebediyyen muhtaç ve muhatap olmaktır niyazımız…
Aziz Ruhaniyetine Selam Olsun…
“Aşk olsun!” Efendim…
_________
Bu yazı Haluk Nurbaki Hocamızın aşıklarından yazar ve çevirmen Ayda Çayır’a ait…
07 Haziran 2012’de ESKADER’in TİMAŞ Kitap Kafe’de saat 18.00 de düzenleyeceği ‘Haluk Nurbaki’yi Anma’ Programında okumam üzere gönderdi… Ama o günü bekleyemedim. Sizlerle paylaşmak istedim.
Çok içli…
Gönülden… Ruha dokunan… Bir bakıma da Nurbaki hoca Sayın Ayda Çayır’ın dilinden kendi ifade ediyor gibi…
Sevmek sevilmiş olmanın işareti sayılır mânâ yolunda…
Onlar lütfetmezse, tenezzül etmezlerse sevilemezmiş büyükler…
Ne diyelim?
Biz de ‘Aşk olsun’ diyelim!..
HABER NAME/ 21.05.2012 canbolatugur@gmail.com/ https://twitter.com/ugurcanbolathttps://www.facebook.com/iyibakkendine