İktidar olma hırsı insanlığın neredeyse tedavisi mümkün olmayan ruhsal bir hastalığıdır. Küçük ya da büyük, içerisindeki bu hastalığı disipline edebilmeyi başaranlar var elbette… Ancak ekstrem örnekleri çok daha fazla… Çünkü iktidar insana nisbi bir güç veriyor. Cengiz Han da, Timur da, Yavuz da, Büyük İskender de, Napolyon da, Hitler de, Sovyetler de Amerikalılar da bu gücün sürekli tek sahibi olmak istemişlerdir. Zaman zaman başarmışlardır da… Günümüzde bu istila askeri olmaktan ziyade ‘fikri’ olarak sürdürülmektedir. Bu yüzden sıradan devletler hiçbir şekilde stratejik karar alamazlar. Hatırlarsanız Trump Suud kralı için; ‘benim desteğim olmadan iktidarda 15 gün kalamazsın’ demişti de, sözde kralı bu aşağılamaya kamuoyuna yansıyan bir beyanatı olmamıştı. İşte tam da mevzubahis sebebe binaen… Stratejik bir karar olan S-400 alımında Türkiye’ye yapılan baskılar da bu yüzden…
Kimi zaman mevzi direnişler olsa da bu direniş bir süre sonra kodlarıyla birlikte ortadan kaldırılmaktadır. Esas konu da budur zaten… Direniş kodlarının ortadan kaldırılması… Bu iş öncelikle direnen güçlerin bertaraf edilmesiyle başlar. Bunun için geliştirilmiş envai tür araçları vardır. Arkasından gerçekte kendilerine ait olan evrensel (çağdaş!) değerler önlerine konulur. Eş zamanlı olarak da kadim değerlerin beslendiği kaynaklar itibarsızlaştırılarak gözden düşürülür. Medrese ve tekkelerin kaldırılıp, tevhidi tedrisat kanununun yürürlüğe konması, işte bu ‘iğdiş edilme’ yani kimliksizleştirme, medeniyetin köklerine-kodlarına kibrit suyu dökme eyleminin bizdeki adıdır. ‘Benim istediğim dışında çocuklarına hiçbir eğitim veremezsin, hiçbir şey öğretemezsin’ anlamına gelen bu düzenleme ile ‘tek tip’ adam yetiştirme projesi hayata geçirilmiştir.
Bir de tabii işin ulusal ve uluslararası yanı var. Nitekim bu güçler söz gelimi Türkiye Cumhuriyeti devleti kurulurken ‘yabancı okulların’ kaldırılmasına fevkalade direniş göstermişlerdir. Geçmişte yetiştirdikleri ‘adamları’ vasıtasıyla kadim medeniyetin ayaktaki temsilcisi Osmanlının altını oyan bu ‘düvel’ gelecekte de işbirliği yapabileceği kendi eliyle yetiştirilmiş adamlarının olmasını önemsemiştir. Bugün en zeki çocuklarımızın bu okullara bizzat kendi aileleri tarafından, üstelik büyük bedeller ödenerek gönderilmesinin başka ne izahı olabilir. Tabi bir başka ayak, bir şekilde durumun farkında olan kimselerin ikna edilmesi… Bunu da uzun süre FETÖ vasıtasıyla fevkalade profesyonelce icra ettiler. Çocuklarımızın yüksek eğitimini, imkânı olan aileler bakımından bu ülkelere yönlendirilmesi de ayrı bir konu… Eğer ‘imalat hatası’ olarak çıkmıyorsa, siz de kayıp ‘nesil’e kendi elinizle nefer verdiniz demektir.
Anlaşıldığı kadarıyla konu eğitim sistemi ile ilgili… Bugün eğitim sistemine büyük kaynaklar ayırdığımız doğrudur. Durumun kısmen de olsa farkında olan bir ‘iktidarın’ varlığı da önemli… Öğretmen sayımız, bina ve dersliklerimiz de ideale yakın… Ama ‘yüksek düzeyli itiraf’ bununla ilgili olsaydı bir başarısızlıktan bahsedilmesi gerekmezdi.
Bu ülkede ‘iktidar’ olmanın hiçbir anlamı olmadığı biraz konu ile ilgilenen herkesin malumu… İşin esasında ‘fikren’ iktidar olmadıkça muktedir olmak da yetmez. Cumhurbaşkanı konuyu bütün samimiyeti ile, gayet yerinde ve seçilerek hazırlanmış cümlelerle gündeme getirdiğine göre; iktidar olma kısmı aşılmış, ‘muktedir’ olma ayağı tamamlanmış, ‘fikri iktidar’ın ise altyapısı oluşturulmaktadır.
Avrupa Birliği üzerine de çalışan birisi olarak durumu Maastricht Anlaşmasına benzetiyorum. Bu anlaşma bugünkü Avrupa Birliği’nin siyasi aşamaya geçişini temsil eder. Zira bugün Avrupa Birliği olarak isimlendirdiğimiz bu kurum ilk başta (1952) ‘Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’ olarak kurulmuştu. 1958’de ‘Avrupa Ekonomik Topluluğu’ ve ‘Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu’ ile genişletildi. Arkasından bu üç kurum 1967’de yapılan bir anlaşma ile (Füzyon Anlaşması) Avrupa Toplulukları adı altında tek bir kurum haline dönüştürüldü. Daha çok AET (Avrupa Ekonomik Topluluğu) ya da Ortak Pazar olarak isimlendirilen kurum 1987’de kabul edilen ‘Tek Senet’ ile AT (Avrupa Topluluğu) ismini aldı. Ve nihayet 1993’te ‘Avrupa Birliği’ne (AB) dönüştürülerek siyasi birliğin hukuki zemini üzerinde uzlaşıldı. Bir başka deyişle bu anlaşma ile ekonomik ayak (ortak pazar) tamamlanmış, siyasi ayağa dönük projeksiyonlar öngörülmüştür. Sonraki süreçte ise bu projeksiyonlar önemli ölçüde ete kemiğe büründürülmüştür.
İşte Türkiye’de yaklaşık yirmi yıldır verilen mücadelede, başta belirttiğimiz ve çok da önemli olmayan iktidar olma süreci aşılmış, en son FETÖ olmak üzere direniş mevzileri kırılarak kötü huylu ve tehdit oluşturacak urlardan vücut temizlenmiştir. Diğer bir kısmı da ‘karantina’ altına alınarak şimdilik olmak kaydıyla tehdit olma potansiyeli ortadan kaldırılmıştır. Siz buna savunmadan karşı saldırıya geçiş de diyebilirsiniz. Fikri iktidar anlamında diyorum elbette… 15 Temmuz sonrası hız verilmiş olsa da, fikri iktidar bakımından, yani medeniyet kodlarının yeniden hayata geçirilmesi adına atılan ileri adımın, cumhurbaşkanı yani ‘devlet aklı’ vasıtasıyla ve en üst düzeyde ‘görünür’ hale getirildiğini, bunun fevkalade ‘stratejik’ bir adımın ayak sesleri olduğunu düşünüyorum. Ne diyelim; kutlu olsun demek ve bu kutlu davanın bir neferi olmak düşer bize…