Farklılık Teolojisi
“Ey insanlar! Bakın, Biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve sizi kavimler ve kabileler haline getirdik ki birbirinizi tanıyabilesiniz. Şüphesiz, Allah katında en üstün olanınız, O'na karşı derin bir sorumluluk bilincine sahip olanınızdır. Allah her şeyi bilendir, her şeyden haberdar olandır.” (Hucurat:49:13)
Medinede inen Hucurat suresi’nin bu ayeti tüm çeşitliliğine ve farklılığına rağmen insanlığın aynı özden geldiğine atıf yapmakta olup farklılıkların bir üstünlük gerekçesi değil bir tanışma vesilesi olduğu gerçeğinin altını çizmektedir. Zira farklılık, eşyanın tabiatında olan bir gerçektir.
Farklılık, bir rahmet, güzellik ve hatta ni’mettir.Bu yazımda yukarıdaki ayetten ve yola çıkarak farklılık kavramı üzerine tefekkürümü paylaşacağım.
Farklılık özünde kötü olamaz zira Allah her şeyden farklıdır
Öncelikle farklılık özünde kötü birşey olamaz zira iman ettiğimiz Allah herşeyden ve herkesten farklıdır. Allah, herşeyden farklıdır ve tevhid Allah’ın her şeyden farklı olduğuna iman etmektir.
Allah hiç bir nesneye,özneye,sujeye ve objeye benzemeyen ve hepsinden farklı olan yaratıcı kudretin adıdır. Onu bir şeyle benzeştirmek ve ona eş koşmak vahyin terminolojisinde şirk olarak ifade edilir.Onun için tevhid, Allahın herşeyden farklı olduğunu kabul etmek ve şirk ise onu herhangi bir şeye benzeterek ona eş koşmaktır. Kur’an’ın tanıttığı Allah, ne şintoistlerin Güneş tanrısına, ne antik Yunan'ın Hermesine veya Afroditine,ne kadim Mısır'ın Hotor tanrısına veya İzis veya Horüsüne ne de Pavlos Hristiyanları'nın ilahlık yakıştırdıkları İsa’ya benzer. O, her şeyden farklı olandır.( leyse ke mislihî şey’un) 42:11 Öyleyse fark, Allaha ait bir güzelliktir ve özünde kötü olamaz.
Farklılık Ilahi bir Yasadır
Vacibul Vücud (Mutlak Varlık) olan Allah nasıl ki her şeyden farklıdır varlık ta onun kudretiyle farklı farklı çeşitleriyle yaratılmıştır. Öncelikle insan türü, farklı farklıdır.İnsanlar, tek yumurta ikizi dahi olsalar farklıdırlar.Her insanın parmak izi farklı farklıdır.Varlikta ki bu çeşitlilik, Allah’in kudretinin bir ispatıdır.Hiç bir varlık tıpkısının aynısı değildir.Onun için Allah, tek bir alemin değil “alemlerin rabbidir” Alemin her alanında asalet-i kesret yasası devam etmektedir.
İnsan özünde anasır-i erbaa gibi dört farklı unsur taşır. Hava,su,toprak ve ateş gibi dört farklı unsur karşılıklı iletişime geçince özü çamur olan insan meydana gelir. Demek ki insanın ontolojisinde dahi kesret vardır. Onun için insan hem su ve toprak hemde hava ve ateştir.O, dört şeyi bünyesinde barındıran ama o dört unsurdanda farklı olandır.
Farklılığı kabullenemeyiş şeytani bir marazdır. Onun için ırkçılık, sosyal bir hastalıktır. Zira ırkçılığın olduğu yerde farklılıktan bahsedilemez.Onun için şeytan “O çamurdan ben ateşten” diyerek insanın özünü farklı olmasından dolayı aşağılamıştır.Farklılığa ilk itiraz şeytandan gelmiştir. Öyleyse farklılık bir İlahi yasa ve Allah’ın kudretinin bir ispatıdır.
Evrende herşey zıddıyla anlam kazanır
Kainatta herşey zıddıyla bilinir. Onun için “…ahsenu küllî sey’in halakahu” (her şeyi biz güzel yarattık) ayetini tefsir ederlerken güzellik iki dir denir. Birincisi doğrudan güzel olan şeyler(hüsnü- bizzat) ikincisi dolaylı güzel olan şeyler(hüsnü- bil gayr).
İyi,doğru,hak,sağlık vesaire gibi doğrudan güzel olan şeyler ve kötü,yanlış,batıl,hastalık gibi dolaylı güzel olan şeyler. Ancak bu ikisinin de adının (hüsn) yani güzellik olması kişinin olaylara bakışında önemli bir ayrıcalıktır.Karanlık olmasa aydınlığın kıymeti anlaşılmayacaktı,hastalık olmasa sağlığın kıymeti idrak edilmeyecekti.
Montaigne, "Denemeler" isimli eserinde “Suçlular olmasaydı hakimler ve polisler, hastalar olmasaydı doktorlar anlamsız kalırdı diyerek bu gerçeğin altını çizer.
Evrende iki temel yasa vardır ve bunlar ezvac yasası ve ezdad yasası olarak bilinir. Ezdad yasası, biri olduğunda diğeri olmayan demektir.Mesela aydınlık olunca karanlık olmaz veya hak gelince batıl olmaz.Onun için bunlar birbirine muhtactirlar ki anlamları olsun. Hastalık talep edilmez ama geldiğinde de şükredilir veya sabredilir.
Ezvac yasası ise biri olmazsa diğeri olmayan demektir.Allah Nebe süresinde “Ve haleknakum ezvace..” (Biz sizi eşler olarak yarattık) diyerek yaratılışın tabiatına dikkat çeker. Arapca’da “zevc” birşeyin dengi olan demektir. Arap “zevcun na’leyn” derken bir çift sandaleti kasteder. Dolayısıyla zevc, birbirinin aynısı olmayan ama birbirinden ayrı düşünülmeyen demektir. Erkek ve kadın birbirinin aynısı değil ama tamamlayıcısıdır. Erkek olmazsa kadın, kadın olmazsa erkek varlığını sürdüremez. Ancak bu farklılık esasının korunmasına vahiy hassasiyet gösterir. Nasıl ki sağ ayakkabıyı sol ayağınıza, sol ayakkabıyı sağ ayağınıza giyseniz yürüyemezsiniz onun gibi kadın ve erkek, rollerini degistikleri takdirde bu eşyanın tabiatına yapılan bir itirazdır ve onun için vahyin en sert cezası escinselleredir. Zira eşcinsellik bir çeşit ezvac ilkesini yok etmeye çalışma girişimidir.Kur’anın bu konudaki sert tavrının hikmtlerinden biri kainattaki o muhteşem yasanın ihlal ediliyor oluşundandır. Feminism ise bunun sosyal hayattaki karşılığıdır ve o da bir çeşit sapkınlıktır.Zira eşcinsellik ezvac ilkesinin yatak odasındaki, feminism ise sosyal hayattaki ihlalidir. Her ikiside adalete aykırıdır.
Farklılık Aklın ve İlmin Hikmet-i Vücududur
Hem akıl hem ilim farkları görebilmek ve okuyabilmek içindir. Kişi "akil" çağına ulaşınca yani doğru ile yanlış arasındaki farkı görebildiği takdirde hukuken sorumlu olur. İnsanı diğer varlıklardan ve hatta meleklerden dahi üstün kılan özellik akledebilmesi yani farklılıkları okuyabilmesidir. İnsan "eşyaya isim verebilme" özelliğinden dolayı halife tayin edilmiştir. İsim verebilmek için 'mücerred bir akla’ yani soyutlayabilme yeteneğine sahip olmak gerekir.Şayet farklılık diye bir olgu olmasaydı insanı insan yapan bir özellik olan akla ihtiyaç olmazdı.
İlim farkları görebilmek için , alim ise o farkları görendir. İbni Faris, ilmi şöyle tarif eder “El ilmu yedullu ala eserin biş şey’i yetemeyyezu bihi an gayrihi” (İlim iki benzer şey arasındaki farkı gösteren işarettir) Dolayısıyla alim, farkları gören ve o farklılıkların varolmasının ardında Allah’ın kudretini görerek yüreği haşyetle ürperendir.Ziraat uzmanı, çiçekler arasındaki farkı gören, kimya uzmanı, elementler arası farkı gören,farmakoloji uzmanı ilaçlar arasındaki farkı gorendir. işte bu farkları gördükten sonra yüreği hasyetle ürperirse kişinin o zaman o kişi uzman iken alim olur.Dolayısıyla fark kişiyi alim kılan bir değerdir ve özü itibarıyla güzeldir.
Kur’an’da “Ekserun nas=insanların çoğu ” kalıbının geçtiği cümleler hep olumsuz olarak biter.
Kur’an, “ekserun nas” (insanların çoğu) kalıbını üç şekilde kullanır. “Ekserun nas la yakilun” (insanların çoğu akletmezler), “Ekserun nas la ş akirun” (insanların çoğu şü kretmezler), “Ekserun nas la yu’minun” (insanların çoğu iman etmezler). Demek ki çokluğun olduğu yerde vahiy cümlenin gerisini olumsuz bir tamlama ile bitiriyor.Burdan anlıyoruz ki, Allah’ın kitabı homojen ve nesne toplulukları değil heterojen ve şahsiyetiyle temayyuz etmiş özne toplulukları (ulul elbab) övgüye mazhar buluyor.
Peygamber lisanında övgüye mazhar Gureba Farklılıklarıyla tanınan Kişilerdir
Vahyin peygamberi “Bu din gariplerle geldi gariplerle gidecek ne mutlu o gariplere …” diyerek garipleri yani yaşadıkları cemiyetin içinde farklılıklarıyla taninanlari övgüyle zikreder.Zira yaşadığı toplumun ve hayatın nesnesi değil öznesi olan her şahsiyet aslında gariptir. Garip, parası olmayan anlamında değil çoğunluk olandan farklı olan ve şahsiyet olan anlamındadır. insanların çoğundan farklı hareket edendir.Mesela Yusuf’un genç bir köle olmasına rağmen çekici ve kendisinin efendisi olan Zuleyhayi reddetmesi çoğu gencin yapamayacağı bir şey olduğundan Yusuf bir gariptir. İnsanlar varlıklı olmalarına rağmen zevk ve sefa içinde bir hayat yaşamıyorlar ve varlıklarını Allah yolunda kullanıyorlarsa onlarda gurebadandir. Dolayısıyla farklı olmak ve genelden farklı şeyler yapmak takdir edilen bir davranış şeklidir peygamber lisanında. Cemil Meriç, gerçek aydın yaşadığı toplumun üvey evladıdır diyerek bu gerçeğin altını çizer ve Said Nursi ile Balzac arasında benzerlik bulur. Zira her ikiside yaşadığı toplumda yeterince anlasilmamislardir.Demek ki bir toplumun gerçek aydını yaşadığı toplumun popülist bir nesnesi değil gariban bir oznesidir.
Müslüman şahsiyet sahibi olandır ve şahsiyet farkı ortaya koymaktır
Şahsiyet, farklılığı ortaya koymakla mümkündür. Onun için mü’min şahsiyetiyle ve farklılığını ortaya koymasıyla toplumda temayyü z eder. Bu farklılık ise şekilsel, biçimsel veya törensel olmaktan ziyade; duruşla,tavırla ve davranışla ilgilidir.Onun için peygamberin ve ashabin vahyin gelmesiyle üstlerindeki fistan değişmemiş ancak hayatları sil baştan değişmiştir.Şahsiyet "ş ahas” kökünden gelir ve herkesten farklı anlamına gelir.Herkesin mavi giyindiği yerde kırmızı giyen “şahas”tır mesela. Dolayısıyla herkesin Zuleyhanın yani dünyevî ihtiraslarinin peşinden gittiği bir dünyada Zuleyhadan kaçan Yusuflar, herkesin maddesinin enkazı altında kaldığı şu alemde ruhun derece-i hayatına yükselmeye çalışanlar,Nemrutlarin egemen olduğu dünyada İbrahimcesine onların zulumlerine meydan okuyanlar, Musacasına Firavun hükümlerine muhalefet eden kimseler gerçek anlamda şahsiyet sahibi kimselerdir.Dolayısıyla şahsiyet olmak tarihin içinde edilgen bir nesne olmak değil hayatın içinde aktif bir özne olmaktır. Zaten tanımak içinde gerekli olan şey şahsiyet olabilmektir.
İslam Epistemolojisi ve Farklılık
Farklılık, İslam epistemolojisi’nin yabancı olmadığı bir değerdir.Farklı düşünceyi açıkça ortaya koyma, İslam tarihinin ilk dönemlerine kadar gider. Allah resulü (sav) ashabiyla istişare ettiğinde ve kendi görüşünü ifade ettiğinde sahabe zaman zaman “Bu söylediğin vahiy mi yoksa sizden mi?” diye soruyorlardı. Allah resulü(sav) bu gelen vahiy değil değince ashab-ı kiram tüm saygısıyla beraber biz farklı düşünüyoruz diyebiliyorlardi.
Peygamber hayatından bunun gibi bir çok örnek gösterebilmek mümkünken selefin içinden de bu örnekleri bulabilmek mümkündür.Kur’an’in mushaf haline getirilme fikri Ömer bin Hattap tarafından ilk dönem de bir teklif olarak sunulmuş lakin Hz. Ebubekir tarafından önce kabul edilmemişti ancak daha sonra kabul edilmişti.
Daha sonrası dönem(tabiin) içinde aynı şeyleri söylemek mümkündür. Mesela İmam Şafiî , İmam Malik’in talebesidir.Kendisinin bir alim olarak yetişmesinde İmam Malik’in rolü inkar edilemez ancak onun er Risale isimli eserinde hocasının el Muvatta isimli eserinden farklı birçok görüş ayrılığı vardır fıkhi noktalarda.İmam Yusuf ve İmam Muhammed hocaları Ebu Hanife’den birçok hususta farklı dusunebilmektedirler.
Bu durum hadis ilmi içinde geçerlidir. İmam Müslim, İmam Buhari’nin hem arkadaşı hem talebesidir. Buna rağmen kendi hadis kriterlerine göre tertip ettiği eserinde İmam Buhar’nin bir çok hadisini kitabına almamıştır.Tüm bunlar gösteriyor ki İslam epistemolojisinin ihtilafa açık bir yapısı vardır. ihtilafı bir imkan ve zenginlik olarak değil de olumsuz bir şey olarak görmek ümmet arasında fitneyi ve tefrikayi arttıracaktır.
İslam yönetim felsefesi farklılıkları kabullenir onun için Çoğulcudur
İslam’ı n yönetim felsefesi çoğulculuğa yatkın olup totaliter ve dayatmacı değildir.En başta Medine Vesikası ile garanti altına alınan garyri müslim hakları bunun en kadim örneğidir.Müslümanların yaşadığı topluluklarda kilise,havra ve cami hep iç içe görülür.Hatta şeytana tapan Yezidilerin tapınaklarına dahi dokunulmamistir.Zira gayri muslimler zimni statüsünde olup onlar İslam toprakları içinde müslüman yönetimin koruması altında olmuşlardır.
Osmanlı toprağı her dilden ve her dinden topluluklara kapısını açmıştır. Kanuni Sultan Süleyman döneminde dünyanın dört bir yanından kovulan Yahudiler Osmanlıya mülteci olma talebinde bulunmuşlar ve Osmanlı onlara topraklarında yer vermiştir.Bununda ötesinde beş yüzyıl boyunca Yahudiler Osmanlıda barış içinde yaşamışlardır.Ermeniler ise sadıka-i tebaa olarak bilinmiş ve Osmanlı toprakları içinde farklı olan dil ve akideleriyle yüzyıllarca huzur ve güvenlik içinde yaşamışlardır.Bugün Anadolunun birçok yerinde bu tarihi mirasa şahit olmak mümkündür.Buna rağmen yüzyıllarca İspanyada yaşamış olan müslüman Endülüs Emevilerinin, ve camilerinin çoğu ya yıkılmış ya da müze haline getirilmiştir.
İslam hukukuna göre gayri muslimler zimmi olarak tanınmakta olup onların canları,malları ve ı rzlari teminat altındadır.Dinde zorlama yoktur ilkesi müslüman davet usulünün bir ilkesidir.Bu bağlamda insanların zihnine takılan soruladan biriside İslam hukukunda “Murted” ile ilgili durumdur.Mürted ise daha çok savaş hukukuyla ilgili bir durumdur. Şayet savaş esnasında bir kimse cephe değişirse bu savaş suçu kapsamına girer ve o kişi idamla cezalandırılır. Yoksa “mü rted” sadece dininden dönen olarak algılanmamalıdır öyle kabul edenler kanaatimizce ciddi bir yanlış içindedirler.
İslam siyaset felsefesinin dayandığı dört temel ilke olan adalet,meşveret,ehliyet ve maslahat ise ancak farklılıkların kabullenilmesi ve hazmedilmesi ile mümkün olacaktır.Onun için tek tipçi totaliter yapıların adaleti temin etmeleri mümkün değildir.Meşveret ise aynı düşünen insanların bir araya gelip fikir beyan etmeleri değil farklı düşüncelerin bir noktada uzlasmalarıdır.Maslahat için ise sözün coğrafyası ve tolumsal farklılıklar bilinmek zorundadır yoksa islamın temel mesajı anlaşılmamış olur. Dolayısıyla İslam siyaset felsefesinin oturduğu temel farklılık esasına göre şekillenir.Farklılık hazmedilmeden ve idrak edilmeden adalet, maslahat,ehliyet ve maslahat olmaz.
Thomas Kuhn ve Karl Popper
Thomas Kuhn, klasik positivist bilim görüşüne şiddetle karşı çıkan ve post-modernist akımlar üzerinde etkili olan bir düşünür olarak bilinir. Kuhn, “Bilimsel Devrimlerin Yapisi” isimli eserinde paradigma kavramını ortaya atarak mantıkçı positiftlerin ileri sürdüğü positif bilimin mutlak doğruluğu iddiasını reddeder.
Karl Popper ise bir başka post-modern düşünürdür. Popper, “Acı k Toplum ve Dü smanları ” isimli eserindebilimin hiç bir zaman doğayla ilgili kesin ve yanılmaz olamayacağını ifade eder.Gerek teorik alanda, gerek pratik alanda genel doğrulara ulaşılamayacağını ve bilim tarihinin bunun ispatlariyla dolu olduğunu ifade eder.Bütün kargalar siyahtır deseniz yarın bir tane beyaz karga bulunsa bu teori yanlış olmuş olur.Dolayısıyla doğruyu kesin hatlarla sınırlamak doğru olmaz.Popper daha sonra bunu bilimsel alandan siyaset alanına çekerek tekçi anlatıları ve totaliter ideoljileri bu nedenle eleştirir. Popper,tekçi positivist bilim algısının modernizmi doğurduğunu rölativizmin ise demokrasiye katkı sağlayacağını ifade ederk en ideal sistemin demokrasi olduğunu vurgular.
Elbette ki İslam düşünce sisteminin tamamen Popper’a hak vermesi mümkün olmaz zira mutlak-rölâtivizm yoktur.İslam’in bazı olmazsa olmazları vardır ve kıyamet kopana kadar bu devam edecektir.Bu islamın temel konularıyla ilgilidir ancak detay olan konularda içtihad kapısı her daim açık tutulmalı farklı görüşlere açık olunulmalidir.Bunların neler olduğu konusu ise basil başına bir araştırma konusu olduğundan burda onlara girmiyorum.
Abdul Kerim Sürüş ve Çoğulculuk
Çoğulculuk konusunda kafa yoran bir diğer düşünür ise İran asıllı bir düşünür olan Abdul Kerim Surustur. Su anda Washington DC de yaşayan Abdul Kerim Sürüş doktorasını Molla Sadra üzerine yapmış olup, Molla Sadra’nin İbni Sina’dan mulhem”Her varlığın kendi basinaligi” tezini ontolojiden siyaset felsefesine çekerek varlikta aslolan nasıl kesretse, toplumdada aslolan şeyin çoğulculuk olduğunu vurgular.(Eliaçık,İhsan:İslam’in Yenilikcileri Cilt 3)
Süruş der ki : Tabiatta ki bitkileri,dağları,ovaları,tepeleri,inişleri,çıkışları veya yokuşları yok etmek nasıl uygun değilse toplumdaki çeşitliliği de yok etmek ve toplumu tek-tipçi hale getirmek öyle uygun olamaz.Dolayısıyla tıpkı alemde olduğu gibi toplumdada kesret muhafaza edilmesi gereken bir zenginliktir.Süruş; Popper ve Kuhn gibi düşünürlerden yararlanarak bir sosyo-politik teori oluşturmuş ve din monopolculuguna ve resmi tek-tipcilige şiddetle karşı çıkmıştır.Tabii ki Sürüş, post-modern söylemin hepsine katılmamış tıpkı Farabilerin,İbni Rusdlerin antik Yunanın felsefesini İslami ogretilerle yorumladıkları gibi o da Karl Popper gibi post-modern düşünürlerin görüşlerini ayıklayarak İslamize etmiştir.
Abdul Kerim Sü ruş a göre; mutlak görecelilik yoktur.Ancak çoğulculuk nasıl varlikta bir gerceklikse, düşünsel baglamdada çoğulculuk olmalıdır.Mutlak-rölâtivizm beraberinde sirki getirir ancak tek-doğrucu anlatılar beraberinde totalitarizmi getireceğinden baskıya ve zulme neden olur bu ise dinin evrensel ruhunu kırar.
Abdul Kerim Süruş, dini havaya benzetir. Bu anlamda din her yerde ve her zaman olmalıdır.Havanın olmadığı yerde hayat olmadığı gibi din dahi insanın manevi hayatı açısından elzemdir.Sosyal hayat için din gereklidir. Ancak nasıl hava her sorunu halletmezse din de her sorunu halletmez.Hastane yapmak için havaya ihtiyaç olduğu gibi doktora,hemşireye ve hastaneyede ihtiyaç vardır.Dolayısıyla din olmadan olmaz ancak onunlada her şey olmaz.Toplumda suç oranlarını azaltmak için din mühim bir yere sahiptir ancak tek başına yeterli olmaz.O suçlara neden olan soyal ve ekonomik sorunlar halledilmelidir ki o suçlar tekrar islenmesin.Bir örnek verecek olursak; Din her zamanda ve zeminde adaleti emreder ancak o adaletin nasıl sağlanacağı toplumdan topluma, farklılık arzedecektir.Farklılığı göremeyenler bu adaleti sağlama noktasında etkisiz kalacaklardır.
Din Monopolculuğu Tehlikelidir
İslami düşüncenin temel bir takım değerleri vardır ve onlar asla değişmez.Mesela adalet gerçeğini zaman ve mekan eskitmez ve Allah her daim adaleti ve güzelliği emreder.Hırsızlık hiç bir zaman meşru olmaz , tesettür Allah’in emridir,masumların kanını dökmek her zaman zulümdür ve yoksula yardım Allah katında en makbul olan bir değerdir ancak bu temel değerlerden yola çıkarak her yoruma açık olmak ve hatta Mevlana’nin pergel metoforunda olduğu gibi pergelin bir ucunu evrensel olan bu değerler üzerine koyarak diğeriyle alemi dolaşmalı ve her fikirden istifade edilmeye çalışılmalıdır.
Şayet varlıkta aslololan farklılı ksa, İslami düşüncede dahi çeşitliliği korumak esas olmalıdır.Zira her renk nasıl ayrı güzelse temel değerlerden taviz verilmemek kaydıyla her fikrin ayrı bir güzelliği vardır.Aslında Kur’an “Onlar sözün tamamını dinlerler ve en güzeline uyarlar…”(Zumer;39:18) diyerek bu meseleyi özetlemiştir.Said Nursi, “Sen mesleğini ve efkarını hak bildiginde benim mesleğim haktır dersin ama hak benim mesleğim diyemezsin” der.
Zira üst anlatıcı totaliter bir anlatım beraberinde din monopolculugunu getirir o ise eşyanın tabiatına aykırı olduğundan fitneye ve tefrikaya sebeb olur.Heyhat, tarihte mezhep çatışmaları din çatışmalarından daha kanlı olmuştur.Erich Fromn, “Siddet” isimli eserinde birbirine benzer türlerin farklı türlerden daha çok çatışma eğilimi gösterdikleri tespitini yapar.Afganistan, İngilizler tarafından işgal edildiğinde Safi mezhebi mensuplarıyla Hanefi olanların teşehhüt parmağının kalkması gibi basitt bir mevzudan dolayı birbirlerine girdikleri tarihte vuku bulmuş bir olaydır.(İslamoglu,Mustafa:Yahudilesme Temayülü)
İslam, ne Suud ulemasının tavsiye listesindeki kişilerin hegemonyasinda, ne Iran'ın softa mollalarinin tekelinde, ne Türkiyedeki Bizantinist kurumların kontrolünde ne de Mısırdaki müftülerin tasarrufundadir.İslam tüm zamanların ve mekânların ortak çağrısının adıdır.Mevlana, İbni Teymiye veya İbni Sina İslam epistemolojisinin temel değerleridir.Her birinin ayrı güzelliği ve katkısı vardır. Mevdudi,Seyit Kutup veya Nasurittin Elbani ya da Ali Şeriatı,Fadllallah ve Mutaharri , Said Nursi veya Süleyman Hilmi Tunahan veya Ahmet Hamdi Akseki bu ümmetin zenginliğidir.İslami referans alan her mezhep,meşrep veya cemaat ya da ekol İslam üniversitesinin fakülteleri gibidir.O fakültenin tüzüğü Kur’an ve rektörü, Hz Muhammed(sav) dir.
Nasreddin Hoca ve İhtilaf Ahlakı
Farklılık insan tabiatında olan bir gerçekliktir.O halde ne yapılmalıdır ? Bu farklılıkların bir rahmet olarak görülmesi bunların fitne olmasına engel olacaktır.
Bu konuda Nasrettin hocanın bir fıkrasını paylaşmak isterim. Bir gün iki kişi kavga eder ve biri gelir Nasrettin hocaya olayı uzun uzun anlatır.Nasrettin hoca soluksuz dinledikten sonra ona “Sen haklısın “ der. Sonra ikinci kişi gelir ve anlatır hoca onu da dinler dikkatlice ve sonunda ona da “Haklisin” der. Hocanın hanımı ise iki kişiyi de dinleyen hocaya şahit olduğundan “Hoca bu nasıl iş? Hem ona haklısın dedin hem digerine” değince Nasrettin hoca “Vallahi hanım sende haklısın” der.
Aslında bu fıkra, bizim ulemaya bakışımızı özetlemektedir. Ebu Hanife de haklıdır Ahmet İbni Hanbel de ve diğerleride. Said Nursi bu konuda “Sen mesleğini ve efkarı nı hak bildiğin vakit benim mesleğim haktır dersin ama hak benim mesleğim diyemezsin” diyerek konuyu en veciz şekilde özetlemektedir.
Hükümet-cemaat gerilimi açısından da Nasrettin Hoca'nin fıkrasını ve yukarda anlatmaya çalıştığım Farklılık Teolojisini yeniden düşünmek lazım.
Keşke Nasreddin Hoca gibi " Sende haklısın" diyebilseydik ve kırı lmasaydı gönüller ve çatırdamasaydı saflar ..