Kadınlar, televizyonların başından kalkamıyorlar diziler yüzünden. Çocuklar da, bilgisayar ekranına kilitlemiş vaziyetteler yüzlerini...
Türkiye'de gösterilen 350 civarında dizi televizyonların karşısında bizi sıraya dizdi: Dün Hürriyet'te Yalçın Doğan isyan etmiş bu pespayeliğe...
Sorun sadece dizi sorunu değil; medya sorunu aslında. Medyanın doğasını, dilini, felsefesini kavrayacak bir çaba gösteremiyoruz: İletişimbilimcilerimiz de dizim dizim dizi izlemekten "Nedir bu çılgınlık? Nereye gidiyoruz böyle?" diye sormaya vakit bulamıyorlar anlaşılan!
İşin şakası bir yana, akademi, bu medya bombardımanı, taarruzu, hatta tecavüzü karşısında derin ve ürpertici bir sessizliğe gömülmüş durumda! Bu kadar iletişim fakültesi ne işe yarıyor acaba?
Medyası neyse, medya akademyası da öyle bu ülkenin. Medyanın, askerî vesayete su taşıdığının açıkça itiraf edildiği bir ülkede, medya akademyasının dizilerle ve dizilerde yaşadığımız sosyal patoloji konusunda yalnızca seyirci kalması son derece tabiî.
* * *
Ne ki, yaşadıklarımız hiç de tabiî değil, elbette ki. Bu gayr-ı tabiîliği bir de sanal âlemle kurduğumuz ilişkiye yakından baktığımız zaman daha iyi görebiliriz.
Türkiye, sanal âlem'e bir girdi, pîr girdi; çıkmak bilmiyor bir türlü. Herkes internette yaşıyor sanki. Herkes hayatının en özel, en özel olduğu için de en güzel, en mahrem yanlarını internette teşhir etmek için birbiriyle yarışıyor adeta. Hayatımızın en özel, en güzel, en mahrem yanlarını başkalarına teşhir etmekle, kendimize ait bir şey bırakmadığımızı fark edemiyoruz bile.
Sanal âleme açtığımız her özelimiz, yavaş yavaş bizim özelliklerimizi tüketmekle, kolay/ca tüketime hazır hâle getirmekle sonuçlanıyor. Sanal âlemde sergilediğimiz her görüntü, bizi kendimize ve hayata karşı daha bir körleştiriyor, kötürümleştiriyor. İnternete koyduğumuz bize ait her şey, bizden bir şey götürüyor: Bizi, bizzat kendimizi öldürüyor aslında. Ama biz bununla övünüyoruz!
Elbette ki, bu durum, bizatihî sanal âlem'in doğasından kaynaklanıyor öncelikle. Kendimizi, kendimize ait bir şeyi görüntüleyerek başkalarıyla iletişim kurduğumuz yanılsaması oluşturuyor sanal âlem. Oysa bu, iletişim değil, tam anlamıyla sanal bir iletişim yanılsaması. Sanal âlemde kendimizi teşhir ederek kurduğumuz iletişim, bizi hayattan, hayata dokunmaktan, hayatı duymaktan, hissetmekten, tatmaktan, yaşamaktan uzaklaştırıyor; bizzat bizi, hayatımızı ve ilişkilerimizi sanallaştırarak ruhumuzda tamiri zor gedikler açıyor; delik deşik ediyor iç dünyamızı.
İç dünyası delik deşik olan insanların dış dünyayla derinlikli ilişkiler kurabilmeleri mümkün mü?
Sanal âlem, gerçek dünyanın, gerçek hayatın, bizatihî gerçeğin yerine yerleşerek kendisi özneleşiyor, bizi ise nesneleştiriyor oysa.
Peki ne bu? Şu: Tam bir "saatli bomba"... Kültürel intiharın eşiği... İnsanın kendi kendini yok ediş beşiği.
"Saatli bomba" tanımı, bana ait değil. İletişimbilimci Barry Sanders'a ait. Ayrıntı Yayınları'ndan yayımlanan "Öküzün A'sı" başlıklı kitabında yapıyor bu kışkırtıcı tanımlamayı Sanders.
Kitabın altbaşlığı, genelde medyanın dünyasının, özelde ise sanal âlemin dünyasının bizi nasıl bir çıkmaz sokağın eşiğine getirip bıraktığını özetlemeye yetiyor: "Elektronik Çağda Yazılı Kültürün Çöküşü ve Şiddetin Yükselişi".
Bu saatli bomba'nın aileyi ve kişinin benliğini hedef aldığını ve öldürdüğünü söylüyor Sanders. Ve genelde modernleri, özelde feministleri ters köşeye yatıracak çarpıcı gözlemlerde bulunuyor: Okuryazarlığın temelleri, çok erken bir dönemde anne kucağında atılır: Annesinin memesinden süt emen bir bebek, onun kalp atışlarını, soluk alıp verişini dinleyerek ilk ritim duygusunu edinir; annesiyle kurduğu vazgeçilmez bağ sayesinde kendisini okuryazarlığa götürecek yola adım atar ve Ezra Pound'un dizeleriyle söylemek gerekirse, "aklın sözcükler arasındaki dansı" başlar.
Medyanın, televizyonun ve internetin, bizi, dünyayı ve hayatı yaşamaktan kopararak, özellikle de çocuklarımızın deneyimsiz, iç dünyası çölleşmiş, ruhsuz, vicdan duygusu kaybolmuş tuhaf varlıklara dönüşmesinin, şiddetin, tek varoluş ifadesi ve gösterisi hâline gelmesinin yolunu sonuna kadar açtığını hatırlatan Sanders, ailenin ve kişinin bizzat tecrübe ederek, dokunarak yaşadığı hayatın mümkün kıldığı iç dünya'nın keşfinin tek çıkar yol olduğunu vurgular.
Demek ki, seküler, modern, dolayısıyla ruhsuz bir hayatın ürünü olan bu saatli bomba'yı etkisiz hâle getirmenin tek yolu, ailenin güçlendirilmesi ve çocuklarımıza kişiliklerini armağan edecek iç dünyalarının zenginleştirilmesinden geçiyor.
Bunu bize verebilecek yegâne kaynak ne? Elbette ki, İslâm. Bunu da bir başka "Sanders", büyük düşünür Nietzsche, söylemişti Deccal başlıklı kitabında zaten.
İlle de Batılıların ağzına bakıyor olmak ne tuhaf! Ama başka türlü anlamıyor bizim entelijansiyamız: O yüzden, elimiz kolumuz bağlı; televizyonların ve sanal dünyanın bize yağdırdığı sanal bombardımanı seyretmekten başka bir şey yapamıyoruz ya!