Osmanlı’da müslümanlar “yönetilmekle yöneten” bir sınıf olarak zuhur ettiler ve bunun adalet- hukuk arayışı içinde tahkimini sağladılar. Şerif Mardin, Hegel’in sivil toplum tarifini verir ve bunu Osmanlı İmparatorluğu içinde arar: “Hegel için sivil toplum içinde yaşayan kişilerin yaşamasını sağlayacak bütün faaliyetleri içeren, yapılı ve organize bir iktisadi sistemi, bir hukuk sistemi ve bunların düzenli bir şekilde çalışmasını sağlayacak otoriteye sahip bir ‘cemaat”tir. Osmanlı imparatorluğunda yapılı (structured) ve organize bir cemaat mevcuttur. Bu cemaatin aynı zamanda bir iktisadi ve bir hukuk sistemi vardır. Fakat bu cemaat düzeni sağlayıcı otoriteden yoksundur. Bu otorite devlet monopolündedir” (MARDİN Şerif, Türkiye’de Toplum ve Siyaset, İletişim, 1990: 19). Mardin, müslümanların hukuk arayışlarının özel hukuk alanına yerleştiği, özel bir mülkiyet alanı kurduğu, böylece ‘genel özel hayatın’ Örf-i Sultani’den (laik hukuk) uzakta korunmuş olmasından dolayı sivil toplumun varlığını ileri sürmenin yanlış sayılamayacağını düşünür (MARDİN Şerif, Türkiye’de Toplum ve Siyaset, İletişim, 1990: 16- 25). Müslümanlar, özel hukuk geliştirdikleri ve sultanın sultanlık hakkının hakkaniyetini sorgulamadıkları için hep teb’a (uyruk) kalmış oluyorlar ama sultanın da müdahil bulunmadığı bir alan kazanıyorlardı. Bu konuda İnalcık, Mardin’in yaklaşımlarını tasdik etmektedir: “Büyük sultanların hizmetindeki (ulema), ‘hükümdara öğüt’ (nasihatu’s- selatin) edebiyatı içerisinde, bu uygulamaları ve kavramları sunmuşlardır (…) Bu nedenle akıllı hükümdar, kendi egemenliğini korumak ve gücünü artırmak istiyorsa, reayaya adaletle muamele etmeli, zulümden kaçınmalıdır: ‘Adalet mülkün temelidir’. Müslüman devletlerinde tüm bürokratik örgütlenme bu felsefeye dayanır. Bu pratik devlet teorisi, mutlakiyetçi güç- devlet kavramıyla adalet kavramını bağdaştırmakta idi (…) Divan-ı Hümâyûn, bizzat Padişah’ın başkanlık yapması gerekli bir yüksek adalet divanı sayılmakta; sıradan yuttaş dahi devleti temsil edenlere karşı şikâyetini oraya gelip şahsen ifade edebilmekte idi” (İNALCIK Halil, Osmanlı’da Devlet Hukuk Adalet, Eren, 2000: 46). Selçuk- Osmanlı siyaseti çift hukuk sistemi ile ortaya çıktı ve kendine has bir çizgi oluşturdu.
Sultanın hukukuna “örfî hukuk” denilmiştir. Yönetilenler kendi inanç hukuklarına tabi oldular. Tebaa, hiç bir şekilde “Yöneten” sınıfına giremez. Doğal olarak “Yönetilen”, iktidar savaşı vermemektedir. Toplum, cemaatler halinde yaşıyor. Yarı muhtar bir alan bu. Her topluluk mahallesine hâkim. Eğitimi, ticareti, mahalleyi, güvenliği, cemaat kontrol ediyor. Mahkeme, kad’a, tımar, narh, pazar ise “yöneten” tarafından sağlanıyor. Osmanlı bireyi modern insana nazaran daha özgür bir hak ve hürriyet dünyasında yaşıyor. Kendisinin kontrol ettiği “mahallesi” var. Yönetilen, sokağına sahip. Dolayısıyla bu konumlamada alt alan/ üst alan yok. Osmanlı toplumsal düzeni sosyo- politik ayrımları bir düzlem üzerinde tahkim etmiştir. Hiyerarşiden değil politik alanlardan bahsetmek gerekir. Bu alanlar birbirlerine “Social act” ya da “toplumsal sözleşme” ile bağlanmış. Tımar, ahi çarşıları, vakıflar, hukuk sosyal toplulukları devletin yönetme iradesinin ortağı halindedir. Bu modele Anadoluculuk diyoruz. İslam düşüncesinde bir benzeri olmadığı rahatlıkla söylenebilir.
Modern uygarlık telakkisine 21. yüzyılda bir cevap arandığında Müslümanların “Evet İslam!” diyebilmeleri Anadoluculuk adıyla tanımladığımız politik vizyonun toplumsal temelleri sağlanarak mümküne geçecektir. Osmanlı, Batı emperyalizminin dünyayı kuşatarak altın- gümüş- köle transferi üzerinden sağladığı iktidara bir cevap üretemediği için yıkıldı. Avrupa uygarlığının 19. ve 20. Yüzyıllar içinde kazanımlarının artık eski mahiyete sahip olmadığı söylenebilir. Batı toplumlarının uygarlık paradigması durmuş görünüyor. Batı toplumları gerek nüfus artışı bakımından ve gerekse “bilimin kutsallığı” ideolojisi söylemini dayatma bakımından Müslüman toplumların karşısında eski üstünlük psikolojisini taşıyacak durumda değildir. Bu nedenle Batı’nın Müslüman toplumlara yönelik propagandalarında artık “Batı modernliği” değil “farklı modernlikler” tabirini kullandığını görmekteyiz.
İslam dünyasında Batı’nın “farklı modernlikler” vurgusunu haklı çıkaracak düşünce ifadeleri yapılıyor. Müslümanların modernizme varis olmaları noktasında yürüyen bu damar, “Batı’nın biliminin temellerinin İslam’dan geldiği ve Batı’dan da tekrar İslam’a döneceği” fikrine göre inşa edilmiş görünüyor. “Medeniyetler ittifakı”, “bilimlerin sürekliliği” gibi kavramlaştırmalar Müslümanları Batı toplumunun devamı kılacak gibi görünüyor. Raşit el Gannuşi, “O halde biz bu modernizmi, akıl için mutlak hürriyet, bilim, sanayi ve hatta demokrasi ve halk egemenliği oluşuyla istiyoruz. Ama onun Fransa, Amerika ve Rusya kapısından değil bizim kapımızdan girmesini- yani laiklik değil İslam kapısı- talep ediyoruz. Modern dünyaya kendi kapımızdan girmek hakkımız değil mi? İşta Batı’yla ve Batılılaşmış faşist elit kesimle aramızdaki anlaşmazlık budur. O halde asıl çatışma, modernizmle geçmişe takılıp kalma arasında değil, köklü İslamî modernizmle bayağı ve bağımlı hatta şekli ve sözde Batı modernizmi arasındadır” (GANNUŞİ, Laiklik ve Sivil Toplum, Mana, 2010: 180) diyerek “İslam Modernizmi” gibi bir kavrama çıkıyor. Oysa modernizm zaten özü gereği laik bir taakkul biçimidir. Yani tanrıyı bilimin verileri, siyasetin verileri dışına çıkararak gündelik hayatın yoğun üretime göre tanzimi modernizmdir.
Biz Anadoluculuğun Anadolu’da “çift hukuk” sistemi içinde ürettiği toplumsal nizamı, “İslam modernizmi” gibi çaresizliğin karşısında daha güçlü bir yöneliş olduğunu düşünmekteyiz. Görünüşte seküler olan Osmanlı örf-i hukukunun tanzim alanı olan iktidarı yöneticiye bırakan ulema, yönetilen alanı iktidarın müdahalesine fırsat vermeyecek şekilde inşa etmişti. Buna göre Müslüman adamın iktidarı belirlemek adına bir tasarrufta bulunmadığı; ama mahallesine girene, çıkana, arabasını park edene, haykırana, sümkürene, muhtaca kapısını kapatana, aç kuşlara yem vermeyene… haddini bildirdiği bir hayat alanı kurduğu açıktı. İslam’ın iktidarda değil mahallinde yaşandığını gösterir bu örneğin modernizm olmadığı izahtan varestedir. İktidarı belirleyerek İslam’ı modernizm üzerinden çağın diline söyletmek, Türkiye’deki İslamcılık düşüncesinin geldiği seviyeye ulaşılmamışlığı ifade ediyor. Türkiye’deki İslamcılık düşüncesi modernleşmeyi aşmak üzeredir ve Osmanlı’nın durdurulmuş Anadoluculuğunun yeniden harekete geçmesinin eşiğindedir.