Yıl 2010. Aylardan Ramazan. Son on gün. Akşam ezanına on beş, yirmi dakika var. Dört yaşlarında bir çocuk balkonda, işten dönecek babasını bekliyor. Babasının arabasını görür görmez “Baba baba” sesi mahalleyi inletiyor.
Babası arabayı park ederken çocuğu bir görseniz, neredeyse balkondan uçacak…
“Baba çabuk, gidiyoruz! Çabuk… Çabuk…”
Babası yukarı çıkıyor.
Ve birkaç dakika sonra baba-çocuk dışarı çıkıyorlar.
Babasının elinde üzeri örtülmüş bir tepsi ve termos, mahalle camisine iftarlık yetiştiriyorlar. Çocuğun telaşı, camiideki dedesine ezandan önce yemek yetiştirmek için…
Birkaç dakika sonra ellerinde sıcak pidelerle dönüyorlar. Arabayı babasının kucağında terk eden çocuğun mutluluğu görülmeye değer!
Yemek sonrası aynı ikili boş kapları almaya gidiyorlar.
Bu ikili, Ramazanın son on günü mahalle camisinde itikâfa çekilen adama yemek taşıyor. Büyük bir heyecanla!
Bu çocuğun dünyasında Ramazan ayının anlam ve önemini siz tasavvur edin, o küçücük haliyle yaşadığı iftarlık yetiştirme telaşının bırakacağı izi düşünebiliyor musunuz?
Anlamını henüz anlayamadığı bir sevinç ve mutluluk yaşıyor. O derece ki onun bu halini görenleri bile heyecanlandırıyor.
Ya on gün boyunca ziyaret ettiği cami... Küçücük bir çocuğa ne azametli ne müthiş görünür kim bilir. Kocaman cami ile arasında nasıl bir gönül bağı oluşur, maneviyatına katkısı büyük olmaz mı?
Hep denir ya geçmiş bayramlar, Ramazanlar başkaydı diye ...
İnsanlar geçmişte yaşadıkları güzellikleri, heyecanları gelecek kuşaklara aktarabilirlerse günümüz Ramazanları, bayramları da güzelleşir.
Mesele yaşamakta ve yaşatmakta.
Yaşayan ve yaşatanlar için Ramazanlar ve bayramlar hep aynı güzellikte… Ben bunu bu küçük çocuğun yaşadıklarında gördüm.
Nerede o eski bayramlar diyen yetişkinlerin özlediği ise aslında anne-babanın ve kardeşlerin çok önemli olduğu o çocukluk döneminde yaşadıklarının damaklarında bıraktığı tattır. Sevgi objesi olarak geçirdiği dönemdir insanın özlediği …